Pavet de Courteille'in Doğu Türkçesi Sözlüğü 'nde verdiği tanıma göre, çelenk, «kişinin kahramanlık simgesi olarak başlığına taktığı tüy» anlamıyla, o dönemde bugünkü kullanımından farklılaşıyordu. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, çelenk Osmanlı askeri geleneğinde kurumsallaşmış ve 1820'lere kadar, askeri başarı gösterenlere verilen bir ödül olmaya devam etmiştir. Ancak Nelson'un çelengini olağandışı kılan, maddi değeri ve ilk kez bir gayrimüslime hediye edilmiş olmasıdır. O zamana dek, yabancıları onurlandırmak için sunulan hediyeler, genellikle yabancı elçilere verilen hil'at (şeref cübbesi), altın enfiye kutusu veya at ile sınırlıydı. Yüksek kalitedeki samur kürkler ise Osmanlı devlet erkânı için kullanılıyordu. Nelson'un çelengi, değeri itibarıyla, Osmanlı padişahlarının ve üst düzey bürokratların kavuğunu süsleyen sorguçlara benziyordu. Hatta Nelson'un çelenginin, Osmanlı padişahının kendi kavuklarından birinden çıkarılmış olduğu rivayeti ortalıkta dolaşıyordu. İngiliz Büyükelçisi Spencer, Nelson'un çelengiyle batı şövalyelik nişanları arasında karşılaştırma yapmakta ve onu badge, insignia gibi tabirlerle nitelendirmekte haksız değildi. Bir diğer ilginç husus ise 1799'da Nelson'a gönderilen ve hakkındaki rivayetlerin hâlâ esrarını koruduğu ikinci bir mücevherin, batı kamuoyunda «Hilâl Nişanı» olarak lanse edilmesidir. Osmanlı kaynakları, amirale gönderilen her iki objeyi de imparatorluğun sadık dostuna sunulmuş birer hediye olarak değerlendirirken, İngilizlerin bunları batı normlarına göre yorumlamaları, Osmanlılarda olmayan bir geleneği icat etmeleriyle sonuçlanıyordu. 21 Mart 1801'de Canope muharebesinde, Fransız ordusunun Osmanlı-İngiliz ittifakı karşısında tekrar yenik düşmesi, 27 Haziran 1801'de Fransızların Mısır'ı terk etmelerini sağlayacak bir ateşkesin imzalanması, 27 Ağustos'ta ise Mısır'daki son Fransız kalesinin düşmesiyle, bu topraklarda Osmanlı hakimiyeti yeniden sağlandı. İngilizlerin desteğiyle kazanılan başarılar, yeni bir madalya ihdasını gündeme getirdi ve 1801 tarihli Vak'a-i Mısriyye Madalyası, İngiliz kumandan, subay ve askerlere dağıtıldı.
Sultan III. Selim, başında sorguç anlamına gelen çelengiyle, Melling'in Voyage pittorsque de Constantinople et des Rives du Bosphore adlı kitabından İsa Akbaş Koleksiyonu Nişanın Yaygınlaştırılması, 1801-1812
Özellikle İngiliz Büyükelçisi Spencer'ın aktif rol oynadığı icat süreciyle, Osmanlı taltif araçları, Avrupa'da çoğunlukla Haçlı Seferleri'nden beri süregelen batılı örneklerle yakınlaşmaya başladı. Ancak batıda, asaletten ziyade askeri ve sivil liyakatı mükafatlandırmaya yönelik modern anlamdaki nişan ve madalyaların ihdası, Napolyon Savaşları ile hızlandı. Bu bağlamda, Osmanlı'nın batılı taltif araçlarına hızla uyum sağladığı söylenebilir. Ancak süreçte ilginç olan nokta, bu âlametlerin Osmanlı tebaasından hiçkimseye sunulmamış olması, imparatorluğun askeri ve sivil bürokrasiyi geleneksel araçlarla taltif etmeye devam etmesidir. Bir diğer ilginç husus ise batı dünyasının 15. yüzyıldan başlayarak Osmanlı'yı yücelten ve onun Avrupa diplomasisine dahil edildiğini gösteren antlaşmaların anısına madalya ihdas etmesidir. Yeni devlet sembolleri yaratma ihtiyacına paralel olarak, III. Selim döneminde sancaklarda kullanılan «kırmızı zemin üzerine sekiz köşeli yıldız ve hilal» motifi ise devletin ürettiği bir başka araç olan Vak'a-i Mısriyye madalyasına da yansımıştır. Osmanlı taltif araçlarının batılılaşmasıyla, Avrupa diplomasisindeki hareketlilik arasındaki parallellik de dikkat çekicidir. Bu süreç, Osmanlı'nın ilk daimi temsilciliğinin Avrupa'da kurulmasından, ittifaklarla diplomasi trafiğinin hızlanmasına kadar uzanacaktır. 1798-1801 yıllarını kapsayan ilk safha, daha ziyade İngiliz-Osmanlı ittifakını vurgularken, 1801'de duraklayıp 1806'da tekrar başlayan ikinci safha, III. Selim ile Napoléon Bonaparte arasında imzalanan barış antlaşmasının ardından, Fransa ile ilişkilerin düzeldiğini işaret eder. Hatta Hilal Nişanı, bu kez İngiliz donanmasına karşı Osmanlı'yı koruyacak Fransızlar için ihdas edilmek üzere yoluna devam eder. Bu süreçte, nişanların taltif aracından bir ittifak sembolüne dönüştüğünden bahsedilebilir. Avrupa devletlerinin Osmanlı nişanlarını kapmak için birbirleriyle rekabete girmeleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Zamanla kapitülasyonlara benzer şekilde, nişan ve madalyalar, Osmanlıların Avrupalılara hoş görünmek için dağıttıkları birer imtiyaz sembolü haline dönüşür. Batılı devletler ise bu taltiflere karşılık verme ihtiyacı hissetmez, mükafatlandırma eylemi tek taraflı kalır.
Hilal Madalyası, yakl. 1808 Ön yüzü,
III. Osman'ın tuğrası,
İstanbul Arkeloji Müzeleri İslami Sikkeler Bölümü Koleksiyonu
Hilal Madalyası, yakl. 1808 Arka yüzü, sağa bakan hilal ve çevrelenmiş yıldız, İstanbul Arkeloji Müzeleri İslami Sikkeler Bölümü Koleksiyonu

Kıyafet Reformu ve Rütbe Nişanları, 1827-1851
Bir Osmanlı subayı portresi, çift ok nişanı ve topçuluk nişanıyla birlikte,
İsa Akbaş Koleksiyonu
II. Mahmud dönemindeki askeri reformlar, bir yandan Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılışıyla batılı düzene geçişi simgelerken, diğer yandan geleneksel üniformaların kaldırılışını gündeme getirdi. Fesin kullanımını gerektiren askeri kıyafet reformu, kısa zamanda mülki ve sivil bürokrasi alanında da yaygınlaştı, resmi dairelerde ceket, pantolon uygulaması başladı. Kıyafet alanındaki hızlı dönüşüm, yavaş yavaş oturmaya başlayan nişan ve madalya geleneğinde de değişim yarattı. Çünkü çelenk, kürk ve diğer taltif işaretleri yeni kıyafetlerle uyum sağlamıyordu. Yeni dönemde ortaya çıkan nişanlardaki en önemli farklılık, alametlerin Osmanlı tebaasına da verilmeye başlaması, bir kargaşa döneminden sonra, belli bir hizmet ve başarı karşılığında verilen ödüllerle otomatik olarak verilen nişanların ayırt edilebilir hale gelmesidir.
Düzoğlu Boğos'un Nişan Albümü, 1851
1840'ların sonlarına doğru, Osmanlı alametleri belli bir standardizasyon ve istikrara kavuştu. Bu tarihlerde, Dözoğlu Boğos'a atfedilen ve saraya takdim edilen bir nişan albümünün ortaya çıkışı, standardizasyon çabası çerçevesinde değerlendirilebilir. Hoca Boğos Düzyan (1797-1871), 1839'dan 1853'e kadar Darbhane-i Amire başkuyumcusu olmuştur. Sultan Abdülmecid dönemine (1839-1861) ait olan albüm, 401 objeyi, ait oldukları kişi, rütbe veya mevkiye göre tanımlıyordu. Albüm, 1820'lerden 1840'ların sonuna kadar, Osmanlı alametlerinin geçirdiği evrime ve bunların yapımında üç tür maddenin kullanıldığına işaret etmektedir: Altın, yaldızlı gümüş (yaldızlı sim) ve gümüş (sim). Aralarındaki farkın ayırt edilmesinde, üzerlerinde kullanılan elmasların türü ve adedindeki farklılıklar da önemli bir unsurdu.
Birinci, ikinci ve üçüncü rütbe Nişan-ı İmtiyaz, Düzoğlu Boğos’un (1797-1871) kağıt üzerine çizimi,
Topkapı Sarayı Kütüphanesi Koleksiyonu

Nişan-i İftihar, 1831-1918
Murassa İmtiyaz Nişanı, yakl. 1840, altın, gümüş, mine ve elmas,
İstanbul Arkeoloji Müzeleri İslami Sikkeler Bölümü Koleksiyonu
Nişan-i İftiharın kuruluş tarihi tartışmalıdır ve 1831 yılından 1834 senesine kadar uzanmaktadır. Aynı zamanda, Nişan-i İftihar terminolojisinin ne türden taltif ve mükafat araçlarını kast ettiği konusu da son derece muğlaktır. Bazen aynı nişanın «nişân-ı zî-şân» veya «Nişan-i İmtiyaz» gibi isimlerle anıldığı durumlara da rastlanmaktadır. Bu muğlak terminolojiden varılacak sonuç, Osmanlıların âlametler, nişanlar ve madalyalar arasındaki farklılığı Batılı anlamda henüz yorumlamamış olmasıdır. Bu nedenle, Nişan-i İftihar, rütbe âlametlerinden gerçek nişan türünden mükafatlara kadar uzanan geniş bir yelpazeyi içine almıştır. İftihar kelimesinin taşıdığı anlam ise, verilen mükafatın alan kişiye şan getirmesiydi. İftihar nişanlarının tamamı değerlendirildiğinde, bazı genelleyici kanılara varılabilmektedir: Bazıları belirli bir işlevle ihdas edildiklerinden tek olarak üretilmişlerdi. Bir kısmı, verildikleri kişilerin mevkileriyle ilişkilendirildiklerinde Avrupa'daki apolet ve askeri âlametlere tekabül ediyordu. Diğer bir kısmı ise, mevki ve rütbeden bağımsız, liyakat temeli üzerine kurulu taltif araçlarını kapsıyordu. Batılı örneklere paralel olarak, iftihar nişanları da bir berat eşliğinde veriliyordu.
1851 yılının sonlarına doğru, hükümet, nişan ve alametlerin Darbhane-i Amire'ye teslim edilmesi yönünde bir karar çıkardı. Kararı takiben, Mecidi Nişanı ihdas edildi. Yeni nişan, hem modern anlamda bir liyakat nişanının bütün gereklerini yerine getiriyor hem de devlet bütçesi için masraflı olmaya başlayan «murassa» ve «mücevher» alametler geleneğini ortadan kaldırıyordu. İftihar nişanı, 1851'den sonra, az sayıda ve üst düzey devlet erkânına dağıtılmaya devam etti.
Tasvir-i Hümayun ve Nişan-ı İmtiyaz, 1832-1862
Sultan II. Mahmud’un sade Tasvir-i Hümayunu. Hakkak: Marras, 1832 Fildişi üzerine yağlıboya.
Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Dairesi Koleksiyonu
Nişan-i İftihar'ın yaygınlaştığı dönemde, II. Mahmud, Tasvir-i Hümayun (padişahın portresi) adı altında yeni bir nişan türünün ihdasına gitti. Tasvir-i Hümayun, «II. Mahmud'un fildişi üzerine minyatür tarzında boyanmış portresi»nden ibaretti. Osmanlı padişahların portrelerini çizdirme merakı, bilinen bir gerçektir. Padişahlar, portre ve tasvirlerini bir hediye ve taltif aracı olarak kullanmaktan geri kalmamıştır. Ancak Tasvir-i Hümayun, Osmanlıların erken dönemlerde yabancı elçilere taltif amacıyla sundukları, kendi portreleriyle süslü enfiye kutularının ötesine geçiyor, resmi bir nişan niteliği taşıyordu. Belgelenebilen ilk veriliş tarihi 1832 yılına rastlar. Üzerinde padişah portresinin bulunması, verilen kişinin padişahın şahsi iltifatıyla onurlandırıldığı anlamını taşır ve Tasvir-i Hümayun'u dönemin en itibarlı taltif aracı haline getirir. Ayrıca II. Mahmud döneminde padişah portresinin ayrı bir önemi vardır. 23 Temmuz 1836 tarihinden itibaren, II. Mahmud'un portresi Selimiye, Rami, Taksim kışlalarıyla Mekteb-i Harbiye ve Bâb-ı Âli'ye asılmıştır. Bu bağlamda, padişah portresiyle süslü bir nişanın ihdasının, taltif kadar II. Mahmud'un otoriter ıslahatçılığını vurgulayan bir araç olduğunu da unutmamak gerekir. Bazen oval bazen dikdörtgen formatta ihdas edilen Tasvir-i Hümayun'un ilk sahiplerinden birinin, Kazaz Artin Amira Bezciyan olduğu bilinmektedir. Sultan II. Mahmud'un ölümüyle birlikte Tasvir-i Hümayun'un kullanımının azaldığı görünmektedir. Bunun birçok nedeni olabilir: II. Mahmud'un portresiyle bütünleşen alametin kendisinden sonraki padişahların şahsiyetini gölgede bırakması, II. Mahmud'un batılı reformlarının muhafazakar çevrelerin tepkisini çekmesi nedeniyle, ölümünden sonra portresinin resmi dairelerden çıkarılmasına paralel olarak Tasvir-i Hümayun'un da bir tarafa itilmesi, görüntüsüyle Avrupai alametleri daha çok anımsatan Nişan-ı İftihar'ın kullanımına ağırlık verilmesi gibi...
Aslında imparatorluğun sonuna kadar, hiçbir resmi nişan ve madalyanın üzerinde hükümdar tasviri kullanılmamıştır. Bu durum banknotlar için de geçerlidir. Sadece Sultan V. Mehmed Reşad'ın tahta çıkmasından sonra, padişah portresi posta pullarında gözükmeye başlamış, ancak hükümdar tasviri kullanılması bu uygulamayla sınırlı kalmıştır. Nişan-ı İftihar'dan daha üst mertebedeki İmtiyaz Nişanı, liyakat ve olağanüstü hizmet mükafatı olarak verilmekteydi. Bu nişanın ihdası hakkında belge bulunmadığı gibi, bugüne kadar az sayıda numune kalmış olması, istisnai nitelikte bir nişan olduğu konusunu akla getirmektedir.
Uluslararası Boyuta Geçiş
1851 yılında, Osmanlı madalyaları arasında farklı bir yere sahip olacak bir madalyonun imalatına gidildi. Son derece süslü ve ağır madalyanın üzerinde, çoğu silah olmak üzere birçok obje üst üste dizilerek arma haline getirilmişti. Objelerin birçoğunun üzerinde ise ıslahatçı özellikleri nedeniyle seçilen bazı kimselerin isimleri yer alıyordu. Silah yığınının üzerinde Abdülmecid'in tuğrası ve onun Osmanlı İmparatorluğu'nu ihya etmiş bir şahsiyet olduğu ibaresi yer alıyordu. Madalyanın arka yüzündeki yazıda ise Osmanlı İmparatorluğu'nun Tanrı'nın isteğiyle ayakta kalacağı vurgulanıyordu. Tanzimat Madalyası adıyla bilinen ve Brükselli hakkak Laurent-Joseph Hart'ın (1810-1860) eseri olan madalya, Tanzimat Fermanı'nı meşrulaştırmanın bir aracıydı. Diğer yandan, Hart'ın tasarladığı madalya içerdiği sembolizm ve Avrupalılara verdiği mesajla önemli olduğu kadar, kadın figürlerine dayalı alegorilerle, Osmanlı madalya kültürünü batılı örneklere yaklaştırıyor, üzerindeki obje yığınıyla da Arma-i Osmanî'nin ilk taslağını oluşturuyordu.
Batı Tarzında İlk Nişan: Mecidî Nişanı, 1852-1922
Midhat Şükrü [Bleda], İkinci Rütbe Mecidî Nişanı ile, yakl. 1920
İsa Akbaş Koleksiyonu
29 Ağustos 1852 tarihinde, Abdülmecid'in isminden esinlenilerek ihdas edilen Mecidî Nişanı'na paralel olarak Düstur 'un birinci cildinde bir nizamname yayımlanmıştır. Nişanla birlikte bir nizamnamenin de yayımlanmış olması, Mecidî nişanına Avrupaî bir nişanın sahip olduğu hukuki ve idari çerçeveyi sağlamıştır. Nizamname nişanın hangi vesilelerle kimlere verileceğinden nasıl takılacağına kadar birçok konuda aydınlatıcı bilgiler içeriyordu. Bu nişanın itibar kazandığının bir kanıtı da, mezar taşları üzerinde de görünmesidir.
Sultan Aziz Dönemi, Osmanî Nişanı ve Osmanlıcılık
Abdülaziz, tahta geçtikten sonra, 9 Aralık 1861 tarihinde yeni bir nişanın ihdasına yönelik irade buyurdu. Teknik açıdan bakıldığında, Mecidî nişanıyla iki açıdan farklılık gösteriyordu. Birincisi, Murassa nişanlarının sınırlanan nişan adetlerinin dışında tutulması, ikincisi ise padişahın nişanın herhangi bir rütbesini istediği kimseye verme hakkına sahip olmasıydı. Öte yandan, Osmanî Nişanı'nda tuğrayla birlikte Arapça olarak yer alan «Osmanlı Devleti'nin Hükümdarı, Allah'ın yön göstermesine dayanan Abdülaziz Han» yazısı, padişah iktidarının ilahi meşruiyete dayandığı mesajını veriyordu. Osmanî Nişanı'nda görsel açıdan gelenekselleştiren bir diğer özellik ise Osmanlı İmparatorluğu'yla özdeşleşen yeşil ve kırmızı renklerin kullanılmış olmasıdır.

II. Abdülhamid Dönemi ve Yeni Bir Sembolizm…
II. Abdülhamid, yenilgiyle sonuçlanan 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrasında, savaşın akıllarda bıraktığı olumsuz etkiyi silmek amacıyla askerleri onurlandırmak istedi ve bu vesileyle ihdas ettiği madalyalara «el-Gâzî» ibaresini koydurdu. II. Abdülhamid devri, askeri yenilgiler ve mali yetersizliklerle dolu bir dönem olmasına karşın, padişah, madalyaları siyasi ve ideolojik bir araç olarak kullanma hünerini gösterdi. II. Abdülhamid, seleflerine alternatif olabilecek yeni nişanlar ihdas etmek yerine, onları tamamladı ve nişanların hedef kitlesine kadınları da ekledi. Bu bağlamda ihdas edilen Şefkat Nişanı, «insaniyete ve devlet ve vatan ve milletin menfaat-ü selametine savaş veya herhangi bir felaketin kurbanlarına yardım eden her tabiyetten bütün kadınlara» verilebilecekti. Bu nişana layık görülenler arasında, devlet erkânına mensup kişilerin eşleri veya kızları kadar yabancı hanımlar da yer alıyordu. II. Abdülhamid döneminde, Şefkat Nişanı'nın ihdasından sonra tasarlanan «Nişan-ı Âlî-i İmtiyaz» madalyası ise Mecidî ve Osmanî nişanlarının yerini tutmanın ötesinde, onların üstünde yer alacak özelliklerle donatılmıştı. Tek rütbeli bir nişan olarak tasarlanan Mecidî Nişanı'nda yer alan «Sadakat», «Hamiyyet», «Gayret» kelimelerine, cesaret anlamındaki «Şecâ'at» kelimesi eklenmişti. Krallara ve imparatorlara layık görülen Nişan-ı Âlî-i İmtiyaz, Osmanlı tebaasına büyük bir seçicilikle veriliyordu. Nişanın istisnai niteliğinin korunması amacıyla çok az kişiye layık görülmesinin en önemli kanıtı, sadece şehzadelerin ve yüksek mevkideki bürokratların fotoğraflarında yer almasıdır.
19. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa devlet sembolizmine ayak uydurmanın bir gereği olarak, bayrak, nişan ve madalyalarda yer alan hilalin ötesine geçilerek, bir imparatorluk armasının yaratılması gündeme geldi. Arma-i Osmanî'nin tasarlandığı tarih net olmamakla birlikte, Sadakat ve Şecaat Madalyası'nın ön yüzünde yer alan semboller, imparatorluğun yıkılışına kadar resmi arma işlevini gördü.
Abdülhamid Döneminin bronz armaları, İsa Akbaş Koleksiyonu
II. Abdülhamid dönemiyle birlikte, devlet sembolizmi belirginlik kazandı. Arma-i Osmanî, imparatorluğun sembolü olarak madalyalardan binalara her yerde kullanılmaya başlandı. Ay yıldız daha «az resmi» ancak daha «milli» bir nitelik kazandı, tuğra ise padişahın şahsi kullanımıyla sınırlandırıldı. Sadakat ve Şecaat madalyasından sonra, II. Abdülhamid döneminde ihdas edilen genel hizmet ve liyakat madalyalarına Liyakat madalyası da eklendi. 1889-1905 dönemi ise Girit Madalyası, Yunan Muharebesi Madalyası gibi vatanperverlik madalyalarının ihdas edildiği yıllar oldu. Deprem, salgın hastalık gibi imparatorluğu sarsan önemli olaylar vesilesiyle iane toplamaya yönelik ihdas edilen madalyalarla, II. Abdülhamid «sosyal devlet» olgusunu gündeme getirdi. Paternalist yaklaşımıyla Osmanlıcılık programının pekişmesini sağlamayı amaçladı, aynı zamanda, bazen politik amaçlarla keyfiliğe kaçan madalya ve nişan ihdasıyla, hükümdar olarak kendi imajını yüceltmeyi de ihmal etmedi.
Hürriyet kahramanı Niyazi Bey, 1908, İsa Akbaş Koleksiyonu
II. Abdülhamid'in 30 yıllık istibdat rejiminin ardından, 1908 ihtilaliyle birlikte, sadece padişahın kullanımına sunulan potreler, semboller ve kelimeler, dönemin propaganda araçları kartpostallarla sınırlı kalmayıp nişan ve madalyalara da yansıdı. Padişahın portresine alternatif olarak, «hürriyet kahramanları» Enver ve Niyazi Beyler, «Hürriyet», «Müsavat», «Uhuvvet» ve «Adalet» kelimeleri, sadece Osmanlıca değil, Yunanca, Ermenice, Bulgarca ve Fransızca «İttihad-ı Anasır» fikri çerçevesinde kartpostallardan madalyalara kadar pek çok propaganda aracına yansıtıldı. II. Abdülhamid, 10 Ağustos 1908 günü Kanun-i Esasi'nin tekrar yürürlüğe girmesinin anısına, yeni bir madalyanın ihdası konusunda harekete geçti. Madalyanın ön yüzünde, tuğra-yı hümayun, “kanun” kelimesi ve Kanun-i Esasi'nin ilk tesis tarihi olan 24 Aralık 1876; arka yüzünde ise «Hürriyet-Adalet-Müsavat» sloganıyla birlikte, madalyanın ihdas tarihi 1908 yer alıyordu.
Jön Türk İhtilali ve Kanun-i Esasi Hatıra Kartpostalı, 1908,
İsa Akbaş Koleksiyonu
Kanun-i Esasi Madalyası, bir bakıma II. Abdülhamid'in, II. Meşrutiyetin ilanını kendi projesiymiş gibi gösterme, ihtilalle birlikte ihdas edilebilecek gayri resmi madalyaları ve böylece kendi iktidarını kontrol altına alma yolu olarak yorumlanabilir. Ancak 1908 ihtilalinden, padişaha sadık kalan ordu birliklerinin 31 Mart adıyla bilinen 13 Nisan 1909 tarihli karşı devrimine kadar geçen süre içinde, ihdas edilmesi planlanan madalya çıkarılmadı. Bunun yerine, 26 Aralık 1908 tarihindeki ilk toplantının anısına, gayet mütevazı tek bir madalya çıkarıldı.
Jön Türk İhtilali ve Kanun-i Esasi’nin Yeniden Kabulü konulu gayrı resmi hatıra madalyaları, yakl. 1908,
İsa Akbaş Koleksiyonu

Vatanperverlik ve Osmanlıcılık, 1909-1912
Abide-i Hürriyet, 1911.
Sinan Kuneralp Koleksiyonu
Nisan 1909'da karşı devrimi bastırırken yaşamını kaybeden askerlerin anısına dikilen Hürriyet anıtı, kısa zamanda yeni rejimin sembolü haline geldi, posta pullarına ve anıtın açılışı vesilesiyle ihdas edilen madalyaya görsel malzeme sağladı. Yeni rejim, var olan nişanların dağıtımına devam etmekle birlikte, kendi ideolojisini vurgulayan yeni alametlerin ihdasına da girişti. Bunlardan en önemlisi, 1910 yılında ihdas edilen, vatanperverlik ve vatandaşlık kavramlarının bir yansıması olarak kabul görebilecek Maarif Madalyası'dır. Devletin madalya konusundaki düşük performansına paralel olarak, İkinci Meşrutiyet dönemi, dernek, cemiyet gibi oluşumların çıkardıkları gayri resmi madalyalara tanık oldu.
1912-14 yılları, imparatorluğun parçalanışı, toprak kayıpları ve I. Dünya Savaşı öncesi sancıları nedeniyle militarizmin ve milliyetçiliğin yükselişe geçtiği dönemler oldu. Bu dönemde vatana bağlılığın ifadesi olarak, ülkenin bütünlüğünü koruyacak kurumların yararına, Donanma İane Madalyası, Hilal-i Ahmer Madalyası, İane-i Harbiye Madalyası, Hamidiye Kruvazörü Madalyası gibi madalyalar ihdas edildi. Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'na Alman müttefiki olarak katılmasıyla, Osmanlı madalyaları Alman üslubundan etkilendi. Bu dönemde ihdas edilen Osmanlı Harp Madalyası, Alman Demir Haç'ının bir uyarlaması olarak kabul edilebilir. Madalyanın gümüş çerçevesi muhafaza edilmiş, haç yıldıza dönüştürülmüştür. Bu dönemin bir yeniliği ise Osmanlı-Alman-Avusturya ittifakı münasebetiyle, Osmanlı askerlerine yabancı madalyaların takılmış olmasıdır.
Okul Madalya ve Rozetleri
Bir diğer husus, mevcut madalyalara defne çelenkleri, meşe yaprakları veya çapraz kılıçların eklenmesidir. Ankara Hükümeti'nin resmi madalyası olarak ihdas edilmesi düşünülen İstiklal Madalyası, meclisin 2 Ağustos 1920 tarihli müzakerelerinde gündeme gelmiş ve 4 Nisan 1921 tarihinde kanun olarak kabul edilmiştir. İstiklal Madalyası, Türkiye Cumhuriyeti'nin tek meşru madalyası olarak ihdas edildi, Osmanlı döneminde ihdas edilen nişan ve madalyalarla olan bağ kesildi.
Kılıçlı Altın İmtiyaz Madalyası, 1916.
İsa Akbaş Koleksiyonu
İstiklal Madalyası, 1922 Hakkak : Mesrur İzzet Bey Ön yüz : BMM ve bir cami arkasından doğan güneş
İsa Akbaş Koleksiyonu
İstiklal Madalyası, 1922 Hakkak : Mesrur İzzet Bey Arka yüz: Hilal ve yıldız içine çizilmiş Anadolu haritası İsa Akbaş Koleksiyonu
Bibliyografya:
Edhem Eldem, İftihar ve İmtiyaz: Osmanlı Nişan ve Madalyaları Tarihi, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, İstanbul, 2004

0 Comments