Sam isimli 13 yaşındaki kız 12 yaşında bekaretini kaybetti
İngiliz annenin kızının kötü alışkanlıkları karşısında aldığı tavır akılları dondurdu. Sam Holt henüz 13 yaşında olmasına rağmen genellikle yetişkin insanların sahip olduğu bir dolu kötü alışkanlığı var. Bunlar Seks bağımlılığı uyuşturucu ve sigara...
Tüm bunlara rağmen annesi Tracy Holt (43) her fırsatta kızının yaptıklarını onaylıyor ve arkasında durduğunu söylüyor.

Olay çıkarttıktan sonra ödül olarak kızına sigara veren Tracy “Ortada kötü bir durum yok ki. Ben de küçük yaşta sigaraya başladım günde bir paket (20 tane) içiyorum.
İngiltere Hampshire kentinde yaşayan anne-kızı konuşuyor. Annesinin her yaptığını onayladığı 13 yaşında İngiliz genç kızın 4 sevgilisi var.

Anne Tracy Holt ise kızının bu "yanlış" davranışlarının düzeltmesi için farklı bir yol izliyor onu sigarayla ödülendiriyor. Anne bu davranışların tümüne "daha kötüsü de olabilirdi" diyerek göz yumuyor. 43 yaşındaki kadının henüz çocuk olan kızı için "evet alkol de tüketiyor ama yalnızca akşamları bir kutu bira" şeklindeki açıklaması İngilizleri ayağa kaldırdı.
Asi kız ise "Annem ne derse tersini yapıyorum. 'Odanı toplama' derse topluyorum 'içme' derse içiyorum" diye pişkin şekilde övünüyor. Baba 3 yıl önce evi terkedince kız bu hale gelmiş. Okulda da rahat durmayan Holt 40 defa disiplin cezası almış.
Özellikle muhafazakar kesim içerisinde cinsel hayatı ve uyuşturucu kullanımı konusundaki rahatlığıyla gündeme gelen Sam Holt ve bunları 'tatlı şeyler' diye nitelendiren annesi gittikçe büyüyen tepkilerle karşı karşıya kaldılar.
İngiliz aile yapısı için de ciddi çöküntü oluşturacağı söylenen bu durum için kamuoyu anketleri gündemde



Aşağıdaki fotoğrafların her biri birbirinden ilginç. Fotoğraflar bir şekilde gözlerimizi yanıltıyor, gördüklerimizden emin olamıyoruz.
Her fotoğrafın altına o fotoğrafla ilgili bilgileri kısaca verdim. O bilgiler ışığında fotoğraflara bakarsanız ne kadar ilginç fotoğraflar olduğunu anlayabilirsiniz. Birkaç yıl önce sadece bu fotoğraflardan oluşan bir site vardı, şimdi o siteyi bulamadım. Bilen arkadaş yorum olarak siteyi yazarsa sevinirim.
Mesela aşağıda büyük boyunu da göreceğiniz yandaki fotoğrafın ortasındaki siyah noktaya kafanızı ileri geri hareket ettirerek bakın. Dairelerin oynadığını göreceksiniz ancak fotoğraf hareketli bir foto değil, tamamen sabit... Bunun gibi fotoğraflar...
...

Sizece mor kare tam bir kare mi yoksa kenarlardan içe basık mı?



Yazanı değil de renkleri sırasıyla zorlanmadan sayabilir misiniz?



Dik çubuklardan hangisi daha uzun? Sağdaki daha uzun geliyor ancak aynı...




Resimdeki bilyeleri raflara yerleştirebilir misiniz?



Bu resimde kaç tane siyah nokta vardır sizce? Sayabilir misiniz?



Ortadaki yuvarlaklardan hangisi sizce daha büyük? Soldaki daha büyük gibi görünsede aslında ikisi de aynı boyutta...




Enine uzanan çizgiler sizce düzgün mü yoksa eğimli mi? Eğimli gibi gelebilir, oysaki dümdüz...



Kafanızı ileri geri hareket ettirerek bu fotoğrafın ortasındaki siyah noktaya bakın, daireler oynamıyor sadece gözlerimiz yanılyor...
Şili'deki La Silla dağlarında bulunan Avrupa Güney Gözlem merkezi tarafından dış uzaydan bizi gözleyen bir "Göz" keşfedildi.

Astronomlar beyaz dış ve mavi iç yüzeyi bulunan buluta "Tanrı'nın gözü" adını verdi. Dünyadan göze gitmek için ışık hızıyla ancak 2.5 yılda mümkün. Bir yıldızdan kopan toz bulutuna verilen ad helezon nebula ve küçük teleskoplarla bile bu bulutu görmek mümkün.

Uzmanlar helezon nebula'nın 5 milyon yıl sonra kendi güneş sistemimizle aynı kadere sahip olabileceğini belirttiler.
(mynet)

11 sayisi ve ilginc tesadufler

-New York City 11 harften olusur
-Afganistan 11 harften olusur
-Ramsin Yuseb (1993 te ikiz kuleleri tehdit eden teroristin adi) 11 harften olusur
-George W. Bush 11 harften olusur

Bunlar tesaduf olabilir evet, peki ya asagidakiler?

-New york, Amerika'nin 11. eyaleti
-ikiz kulelere carpan ilk ucagin ucus numarasi 11 di
-11 numarali ucus 92 yolcu tasiyordu 9+2=11
-Ucus numarasi 77 olan ve kuleye carpan ikinci ucakta 65 yolcu bulunuyordu 6+5=11
-Olay 9 eylulde yani 9/11 de meydana geldi 9+1+1= 11
-911 ayni zamanda Acil Servis numarasidir 9+1+1=11
-9 Eylul yilin 254. gunudur 2+5+4=11
-9 Eylul'den sonra yilin sonuna 111 gun kalir
-Madrid'teki 3/11/2004 te meydana gelen terrorist saldirisi ikiz kulelere olan saldirilardan 911 gun sonra meydana geldi

peki devami sizce tesadufmu?

-Bildiginiz gibi Amerikanin sembolu kartaldir;
.Kuranda (9:11) numarali ayet derki; Arapogullari'ndan biri zalim Kartali uyandiricak.Zalim kartal ofkesini Allah'in topraklarindan(arap topraklari) alicak.Insanlar caresizlik icinde olaylari izlerken bircok insan Kartal'in yaptiklarini sevincle karsilicak.ve en sonunda baris gelcek.(ayet numarasina bakin)

Simdi sira asil ilginc olanda

1. Bilgisayarinizda en basitinden yeni bos bir windows .txt (text) dosyasi acin.
2. Icine buyuk harflerle Q33 NY yazin. (bu kulelere carpan ilk ucagin havaalanindaki kapi cikis numarasi)
3. Q33 NY un uzerini kopyaliyormus gibi aydinlatin (highlight)
4. .txt (font size) sayfa ayarlarindan yazinin boyutlarini buyutun ve 48 e ayarlayin
5. ve son olarak yazi cesidini wingdings olarak degistirin
1-Heavy metal kelimesi ilk kez Steppenwolf'un ''Born To Be Wild''sarkısında geçti.
2-Judas Priest'e 1973 yılında katılanRob Halford gaydi ve bunu ancak gruptan ayrılınca acıklayabildi.
3-Dunyanın en gurultulu grubu Heavymetal devi Manowardır(Hannover konseri 129,5).
4-Ozzy Osbourne 1981 ilk albumunun basın toplantısında guvercinin basını dişleyerek koparttı ve bunun uzerin plak firmasının binasında girmesi yasaklandı.
5-Metallicanın 1983 tarihli ilk albumunun adı ''metal up your ass easter's cancelled:the body's been found'' ancak firmanın karsı cıkması yuzunden albumun adı ''kill'em all'' olarak değistirildi.
6-Bilinen ilk thrash metal grubu exodus tur ama ilk album metallica ya aittir.
7-Slayer ın ''Reign in Blood''albumu tum zamanların en ii thrash metal albumu olarak kabul gorur.
8-Dunyanın en hızlı gitaristi Yngwie J. Malmmsteen'dir.
9-Mayhemin vokalisti Dead 12 nisan 1991 de intihar etti ve grubun gitaristi euronymous deadin parcalanmıs beyninin fotoğrafını cekti ve ''dawn of the Blackheart''ın album kapagında bu fotoğraf kullanıldı.
10-Euronymous ise Burzumden Varg Vikernes tarafından bıcaklanarak olduruldu.
11-W.A.S.P isminin tam acılım ''We Are Sexuel Perverts''tir.(Blackie Lawless tarafından acıklandı.)
12-Manowar ilk albumunun anlasmasını kanlarıyla imzaladı.
13-Ozzy Osbourne 1982 deki Iowa konserinde sahneye atılan yarasayı oyuncak diye ısırdı ama yarasanın oyuncak olmadıgını anlasıldı ve Ozzy hastaneye kaldırıldı.
14-Blackmetal terimini ilk kez ingiliz grup Venom 1982 deki albumunun isminde kullandı.
15-Death metal terimi ise abd li grup Possessed in ''Seven Churceh''albumundeki bir sarkıda kullanıldı
BOB LAZAR 'IN HİKAYESİ: Anlatılanlara göre Bob Lazar Nevadadaki ünlü 51.Bölge'debulunmuştu.Aslında bir fizik uzmanı olan Lazar,ABD hükümeti tarafından resmen görevlendirilmişti.Lazar hiç çekinmeden birkaç ayrı UFO tipini tarif etti. Lazar'ın ifadelerine göre bu gizli üs'deki hangarların içinde UFO benzeri uçan disklerin deneyleri yapılıyor ve uçuş prensipleri deneniyordu.Lazar;disklerin uçabilmesi için adına ''yerçekimi Amplifikatörü'' denen bir aygıt geliştirilmişti.



Aygıtın planları dünya dışı canlılar tarafından hazırlanmıştı. İki tür UFO vardı, birisi ''omicron'' adı verilen bir gezegen veya bir yıldız çevresinde kısa yolculuklar yapabilen diskti. ''Delta'' adlı diğer tip ise, uzay-zaman alanı içinde hareket edebilen ve bu şekilde yıldızlar ve galaksiler arası yolculuk yapabilen olağan üstü bir araçtı.Bu diskler ve araçlarla ilgili bilgi vardı ve uygulanıyordu.



1989 yılında Bob Lazar adında bir fizik mühendisi, Las Vegas televizyon istasyonlarından biri olan KLAS’da bir basın açıklaması yapmış ve S4 Bölgesi’nde UFO’ları yeniden oluşturmayla ilgili mühendislik projesinde görev almış olduğunu iddia etmişti. UFOların ''yerçekimini itici güç sistemi'' ne dayalı motorları üzerinde çalışmalar yaptığını söyledi.İki mıknatısın birbirini itmesi yada çekmesi gibi yerçekimi dalgalarının tersi bir dalgada yerçekimine karşı kullanılabilmekteydi. Bunların güç kaynakları bir anti-madde reaktörüydü.

Lazar orada kendisine gösterilen uzay aracın bizim medeniyetimizden binlerce yıl daha gelişmiş seviyede bir teknolojiye sahip olduğunu ancak görünüşe göre bizlerden daha kısa varlıklar için yapıldığını vurgulamıştır. Lazar açıklamalarına ayrıca adı geçen bölgede dünya dışı varlıklara ait 9 adet disk şeklinde uzay aracı olduğunu da eklemişti:

“Bu disklerden bir tanesi İsviçreli Eduard Billy Maier adındaki temasçının 1970 yılı ortalarında fotoğraflarını çekmiş olduğu ve Pleiades takım yıldızından geldiği iddia edilen araca benziyordu.”



Lazar, takip eden aylarda kendisiyle yapılan röportajlarda, hikayesini daha ayrıntılı bir şekilde anlatmış, 51. bölgede bulunan birbirlerinden tamamen farklı disk şeklindeki 9 araç için yakıt olarak 223 gramlık –o zamanlarda henüz keşfedilmemiş bir element olan– element 115’in kullanıldığını açıklamıştı:

“Bu element daha çok yanık turuncu renginde olup çok yumuşaktır. Öyle ki tırnağınızla üstüne çentik bile atabilirsiniz. Ancak çok ağırdır. Elementin bir parçasını kaldırdığınızda onun kurşun olmadığını hemen söyleyebilirsiniz. Şaşırtıcı derecede ağırdır.”

Las Vegaslı bir araştırmacı-gazeteci olan George Knapp Lazar’ın geçmiş iş yaş***ı araştırmış ve önceden gerçekten de Los Alamos’ta yaşadığını ve oradaki Las Alamos Ulusal Laboratuarı’nda fizikçi olarak çalıştığını doğrulamıştır. Ayrıca Lazar’ın iddia ettiği dönemlerde 51. Bölge/S4’de çalıştığını yasal olarak da onaylanan çalışma kayıtları, Donanma İstihbarat Departmanı’ndan sağlanmıştır.



Lazar’ın fizik, elektrik mühendisliği ve itici güç sistemleri alanlarındaki sağlam ve güvenilir geçmişi nedeniyle kendisiyle pek çok görüşmede bulunulmuştur. Bugüne kadar işi, üssü, çalışma arkadaşları ve yapımı oldukça zor olan uzaylı araçları hakkında çok detaylı tarifler ve bilimsel bilgiler sunmuştur




















Akü ..Plante
Vinç..Romalı Vitruvius
Matkap..G. Sommeiller
Arşimed Burgusu..Arşimed
Robot..E. Sperry
Radyoaktivite..A. Becquerel
Radyum..Curie’ler
Ampul..Edison
Asansör..E. Otis
Balon..Montgolfier Kardeşler
Barometre..Toriçelli
Barut(Dumansız)..Schultre
Benzin Motoru..N. Otto
Bisiklet..K. Macmillan- J.K.Starley
Buhar Tribünü..Parsons
Buharlı Gemi(Gelişmiş)..Fulton
Buz Makinesi..Gorrie
Çelik(Paslanmaz)..Brearley
Çimento..Aspdin
Daktilo..C. Latham..
Denizaltı..John Holland
Dinamit..Nobel
Dinamo..Picinotti
Dizel Motoru..Diezel
Dokuma Makinesi..Hargreaves
Dürbün..Lippershey
Fotoğraf(İlk Şekli)..Niepce
Gramofon..Berliner
Hava Pompası..Guricke
Helikopter..Sikorski
Hesap Makinesi..Pascal
Hoparlör..Rice/Kellogg
Jet Uçağı..Ohain
Kağıt İmali(Selülozdan)..Dahl
Karbüratör..Daimler
Kauçuk..Goodyear
Kronometre..Harrison
Lokomatif..Stephenson
Matbaa..Gutenberg
Mikrofon..Berliner
Mikroskop..Janssen
Mors Alfabesi..Samuel Mors
Motosiklet..Daimler
Naylon..Du Pont Laboratuvarı
Neon Lambası..Claude
Otomobil(4 Tekerli)..Benz- Daimler
Paraşüt..Veranzio
Paratoner..Benjamin Franlin
Pikap..Edison
Pil..Volta
Planör..Otto Lilientahi
Projektör..Sperry
Radar..Taylor Ve Young
Radyo..Marconi
Renkli Film..Westcott
Roket..Goddard
Röntgen Tüpü..Coolidge
Sesli Film..Ernst Ruhmer
Sinema Makinesi..Lumiere Kardeşler
Telefon..Graham Bell
Teleskop..Kepler-Galileo-
Televizyon..Baird
Telgraf..Morse
Telsiz Telgraf..Marconi
Termometre..Fahrenheit-Galileo-Celsius-Reaumur
Teyp..Poulsen
Transformatör..Stanley
Uçak..Wright Kardeşler
Zeplin..Kont Von Zeppelin
Dpt..P. Muller
Elektron Mikroskobu..Knoll Ve Ruhka
Geiger Sayacı..J. H. W. Geiger
Hoverkraft..C. Cockerell
İnsülin..Banting Ve Best
Karbon 14 Tarihlemesi..W. F. Willard
Lazer..C.H. Townes
Tükenmez Kalem..L. Biro
Aerosol..Goodhue- Sillivon
Çamaşır Makinesi..Hurley Machine Co.
Elektrik Süpürgesi..Cecil Booth
Uzunçalar..Peter Goldmark
Video..A. Poniatoff
Yalan Makinesi..John Larson
Yol İşaretleri..Perey Shaw
Ülkemizde genelde Bizans, özelde de Bizans İstanbul'u üzerine yapılan çalışmaların azlığı, kültür hayatımızdaki önemli boşluklardan biri. Önder Kaya imzalı Küre Yayınları arasından çıkan "Konstantin'in Kutsanmış Şehri" bu alandaki boşluğu büyük oranda dolduracak önemli bir çalışma. Türkiye Yazarlar Birliği Şehir Kitapları ödüllü kitapta, Bizans İstanbul'unun siyasi, sosyal ve kültürel hayatıyla ilgili kırk iki adet makale bulunuyor.
BİZANSLI, BİZANSLIYIM DEMEZDİ
Kitap, konuyla ilgili bazı yanlış bilinenleri tashih ederek başlıyor işe. Yazar, Bizanslıların aslında kendilerini hiçbir zaman bu adla anmadıklarını, devletlerinin asıl adının Roma olduğunu, Bizans adının çok sonraları bu devleti araştıran Batılı bilim adamlarınca, Doğu Roma İmparatorluğu'nu biraz da küçümsemek adına yakıştırıldığı gerçeğini okuyucuya hatırlatıyor. Yazar, okurun bir çok konudaki ezberini de bozuyor. Mesela İstanbul'da uçuş denemesi yapan ilk Türk'ün Hezarfen Ahmed Çelebi olduğu bilinir. Oysa daha Bizans döneminde bu teşebbüs, bir başka Türk tarafından gerçekleştirilmiş. Bizans'la bir ittifak antlaşması yapmak için maiyetiyle beraber Konstantinapolis'e giden Selçuklu sultanı II. Kılıçarslan'ı Bizans İmparatoru bugünkü Sultanahmet Meydanında yapılan bir gösteriye davet eder. Bu sırada gösteriye renk katmak isteyen ve sultanın maiyetinden olan bir hizmetkâr, paraşüte benzeyen bir elbiseyle uçuş denemesi yapmak için meydandaki yüksek bir sütuna tırmanırak kendini boşluğa bırakır ve yere çakılır.
35 bin kişinin hayatını kaybettiği "Nika" isyanını, İstanbul'u IV. Haçlı seferinde yağmalatan Venedik dukası Dandalo'nun Ayasofya'da yattığını, Bizans İmparatorlarının korkulu rüyaları haline gelen, sürgün yerleri Kınalıada'yı, imparatoriçe ve patriklerin hapsedildiği Büyükada'yı, Bizans'ın en önemli devlet adamlarının gözlerine mil çekildiği Anemas zindanlarını ve Bizans İstanbul'una dair pekçok bi-linmeyeni/yanlış bilineni, Önder Kaya'nın zengin bir görsel malzemeyle destekleyerek hazırladığı Konstantin'in Kutsanmış Şehri adlı kitapta bulacak ve çok şaşıracaksınız.

İstanbul'a Latinlerin ettiği
Önder Kaya'nın Konstantin'in Kutsanmış Şehri'nde yer verdiği en önemli olaylardan biri de IV. Haçlı seferi sırasında şehrin Latinler tarafından işgali. İşgalin halka yapılan zulümden sonra en dikkate değer yanı, başta Ayasofya olmak üzere dini yapılardan çalınan ve Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen eşyaların kaçırılması. Hazreti İsa'nın kanının korunduğu kap, işkence gördüğü ve çivilendiği haç, bugün İtalya'da bulunan Barletta heykeli, Venedik'te bulunan Tetrark heykeli, yine Venedik'te bulunan Quadriga adlı dört at heykeli mekân değiştiren Bizans eserlerinden bazıları. Belçika kökenli olan beş Latin kral da 1204-1261 yılları arasında Konstantinopolis'i, belki de tarihinin en kötü idaresine maruz bırakmış. Latin krallar, iktidarları döneminde surların bazı kısımlarının onarımı dışında kente hiçbir katkıda bulunmamış.

Uygarlıkların kenti İstanbul’dan ‘Anadolu Medeniyeti’Sergisi gördüğü ilgi nedeniyle 16 Şubat'a kadar uzatıldı!
TÜRKİYE’Yİ SANAT İLE TANITIM PROJESİ

Sanatçının yurt içinde Ayasofya Müzesi Ana mekanda gerçekleşen sergisi ile start alan bu yeni açılım projesi;
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü işbirliğinde Türk ve İslam eserleri Müzesi’İbrahim Paşa Sarayının ev sahipliği yaptığı, Bir İstanbul ressamı : Metin ASAĞ’ın”Uygarlıkların Kenti İstanbul’dan ’Anadolu Medeniyeti’’ sergisi gördüğü ilgi ve genel istek üzerine 16 Şubat 2009 Pazartesi gününe kadar uzatıldı.


Daha önce de devlet- sanatçı-özel sektör işbirliğiyle düzenlenen UNESCO’nun ‘‘Dünya Mirası’’ ilan ettiği ve 1400 yıllık tarihi ile Ayasofya ana mekanda Ekim 2007 de düzenlenen tarihi yapının Bizans-Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin işlendiği ‘Üç Dönem Ayasofya’ sergisi yerli ve yabancı sanat severlerden gördüğü yoğun ilgiden dolayı 15 günlük süre Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 25 güne çıkarılmış ve Türkiye’de ilk dafa bir sanatçı bu kadar kısa bir sürede 262 bin ziyaretçi ağarlamakla en dikkat çeken sanat etkinliğini gerçekleştiren sanatçı olmuştur Ayasofya Müzesi’nde düzenlenen ve hala Türkiye’de en çok gezilen sanat sergisi unvanını elinde tutan Metin ASAĞ’ın sadece bir tablosunun önünde 57 bin adet resim çekilmiştir.
Bu yeni proje,yurtiçi ile sınırlı kalmayacak yurtdişında 1 Temmuz 2009-31 Mart 2010 tarihlerinde Fransa’da gerçekleşecek’’Fransa’da Türkiye Mevsimi’’etkinliklerinde Eylül 2009’da,’’Türklerden Tarihe 1000 yıl,100 Eser’’konulu sergi ile fransa’da daha sonra İngiltere,ABD,İtalya,Birleşik Arap Emirliği,Çin ve Mısır gibi ülkelerde geniş kapsamlı yurtdışı sergi organizasyonları ile devam edecek ve Türkiye’yi sanatla tanıtmak görevini üstlenecektir
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü işbirliğinde gerçekleştirilen “Bir İstanbul ressamı Metin ASAĞ’ın : Anadolu Medeniyeti”sergisi kapsamında ünlü sanatçının toplam 57 parça eseri sunuluyor Özel ana koleksiyonundan oluşan çalışmalarının da yer aldığı sergi Pazartesi günleri hariç, 08:00-17:00 saatleri arasında gezilebilir açıldığı günden beri yerli ve yabancı sanatsever tarafından büyük ilgi ile gezildi. Başlangıçta 31 Ocak 2009 olarak belirlenen kapanış tarihi de bu sebeple 15 gün daha uzatılarak 16 Şubat 2009 Pazartesi oldu
26 yıldır Kırkpınar Başpehlivanı olan Kel Aliço, 27’nci başpehlivanlığı da rakipsiz alacağını umarak Kırkpınar’a gelmişti. “Başa güreşeceğim” diyen Deliormanlı Yusuf isminde körpe bir çocuk çıktı karşısına! Herkes er meydanlarının pek yaman kurdu Kel Aliço’nun bu “tüysüz kızan”ı karşısına çıktığına pişman edeceğini umuyordu. Ancak, Deliormanlı Yusuf, öylesine yaman bir güreş çıkarıyordu ki, buna Kel Aliço da şaşırmıştı! Saatler uzayıp gittiği halde Aliço neticeyi lehine çeviremiyordu. Üstelik kendisinde yorgunluk alametleri de başgöstermişti.

Aliço hayranları, havanın kararmasını fırsat bilerek güreşi yarıda bıraktırmak istediğinde Aliço’nun gür sesi er meydanını kapladı:
-A be burası Kırkpınar’dır... Er meydanıdır buncağız. Burada yenişene kadar güreş tutulur. Bu kızancağıza yenilmek kaderimde varsa bırakın yensin beni... Hem ben artık bu er meydanlarından çekileceğim. Aliço’yu yenmek talihini bir daha bu Yusufcağız nerede bulacak?
Aliço’nun bu sözleri Yusuf’u öylesine duygulandırmıştı ki, gözyaşlarını tutamadı ve büyük ustanın eline sarılıp öptükten sonra titrek bir sesle ona adetâ yalvardı:
-Ustaların ustası, pehlivanların pehlivanı, koçyiğit ağam benim! Gel bırakalım şu güreşi. Sözlerinle yendin sen beni. Elimde ayağımda derman komadın. Bu söylediklerinden sonra ben seni tutamam gayri. İstersen sen tut beni, vur sırtımı yere...
Aliço da herkes gibi çok duygulanmıştı. Nerede ise ağlayacaktı. Deliormanlı Yusuf’un alnına sıcak bir bûse kondurdu:
- Bu meydan bundan sonra senindir artık. Ödül de, başpehlivanlık da senindir. İkisine de güle güle sahip ol, oğul, dedi.
Ve o günden sonra Türk güreşinde Koca Yusuf’un devri başladı...

Er meydanlarında kasırgalar koparıp rakip tanımayan bir kuvvet olarak ortaya çıkan ve yalnız cüssesinden ötürü değil, güreş değerinden ve spor ahlâkından ötürü de “Koca” sıfatını alan büyük Türk pehlivanı yenecek rakip bırakmadı. Bunu fırsat bilen açıkgöz organizatörler onu Avrupa’ya, oradan da Amerika’ya... Yurt dışında 800 altın kazanmıştı Koca Yusuf... Artık kuşağında sakladığı bu altınlarla, çok özlediği yurduna dönüyordu... Bindiği Fransız bandıralı La Bourgogne vapuru, Atlas Okyanusu’nda sis yüzünden İrlanda bandıralı Cromartyshre gemisiyle çarpıştı. 721 yolcunun bulunduğu vapur ile birlikte Koca Yusuf’un o dev vücudu da Atlantik Okyanusu’nun derinliklerine gömülüp gitti...
Çıktığı her güreşte, spor ahlâkını daima ön planda tutan kahraman! “Türk gibi kuvvetli” sözünün doğruluğunu bütün dünyaya bir de sen gösterdin. Ruhun şâd olsun
Dört Yapraklı Yonca nın Hikayesi
Dört yapraklı yonca bütün kültürlerde iyi şansın sembolü olarak kabul edilir. Hıristiyanlık inanışında Havva'nın cennet bahçesinde elinde dört yapraklı yonca ile dolaştığı kabul edilir. Yoncaya çok daha eski kültürlerin batıl inançlarında da rastlanıyor. İrlanda efsanelerinden ve Sezar zamanından kalma yazılardan bu inanışın kökeninin İngiltere'ye, Galler'de yaşayan Keltler'e kadar uzandığı anlaşılıyor.

Bu toplumda Druid adı verilen bir grup, Güneş'e tapıyor ve ayinlerini yılda birkaç kez, Galler'in sık meşe ormanlarında toplanarak yapıyorlardı. Bu sırada kişiler arasındaki anlaşmazlıkları da sorgulayarak çözüm yolları buluyorlar, ölümcül derecede hasta olanlar ve çıkması beklenen bir savaşta ölüm tehlikesi ile karşılaşacak olanlar için insan kurban ediyorlardı.

Druid rahipleri her ne kadar kurban olarak daha önce suç işlemiş olanları tercih etseler de arada masum insanların da sazdan yapılmış büyük kafeslere konularak ateşe verildiği oluyordu. Dini bakımdan kurban edilen kişinin ruhunun bozuk ahlaklı olduğuna ve ölümden sonra yeni doğacak bir bebeğe geçtiğine inanıyorlardı.

Druidler ayrıca ökseotunun aile içinde uyumu sağladığına, dört yapraklı yoncanın ise kişiye çevresindeki bozuk ahlaklı ruhları, şeytanı ve cinleri görme yeteneği verdiğine, yoncanın sihirli gücü sayesinde şeytanın kovulabildiğine inanıyorlardı. Bu nedenle insanları kurban etmeden önce ökseotu filizleri topluyorlar, yerlerde dört yapraklı yoncaları arıyorlardı. Yani inanışın kökeninde dört yapraklı yoncanın uğurundan çok, kötü ruhlara karşı olan sihirli gücü yer alıyordu ama ne yazık ki yoncanın dört yapraklısı da tabiatta çok nadir olarak bulunuyordu.

Günümüzde bitki kültürü ile uğraşanlar, sadece dört yapraklı yoncaların ürediği tohumları geliştirmeyi başarmışlardır. Ancak efsane devam etmektedir, insanlar bahçelerinde milyonlarcası yetişebilirken, hala kırlarda uğur getireceğine inandıkları dört yapraklı yoncayı heyecanla aramaya devam etmektedirler.

Yoncanın dört yaprağının da ayrı birer anlamı vardır. Birinci yaprak ümidi, ikincisi imanı, üçüncüsü aşkı, dördüncü yaprak ise şansı simgeler. Tabiatta çok nadir bulunan işte bu dördüncü yapraktır


Doğal hayatı koruma uzmanları Afrika'daki Kongo Cumhuriyeti'nin el değmemiş bir bölgesinde en az 125 bin gorilin varlığını keşfettiklerini açıkladı. Gorillerin nüfusunun 100 binden az olduğu tahmin ediliyordu.




Almanya'da M.Ö. 4.600 yılına ait bir mezardan, bilinen en eski çekirdek aile ortaya çıkartıldı. Bu keşfin, bir çekirdek aileye ait dünyada bilinen en eski moleküler genetik kanıt olduğu belirtiliyor.





Güneş Sistemi'nin dışında, Dünya'nın kütlesinden en az 30 kat büyük toplam 45 gezegen tespit edildi.





Nasa'nın Mars'a gönderdiği Phoneix (Anka Kuşu) uzay aracının, gezegenin kuzey kutbuna inmesi 'Mars'ta hayat var mıydı?' sorusunun yanıtı için çok büyük bir adım oldu. Anka Kuşu,'buz'u bulmayı başardı.




ABD'deki bilim adamları, tamamen yapay canlılar oluşturmak için ilk adımları attı. Bilim adamı Craig Venter, ilk kez bir bakterinin sentetik, yani yapay DNA dizilimini oluşturmayı başardı.




Kaliforniya Üniversitesi'ndeki araştırmacılar, üç boyutlu nesnelerin çevresindeki ışığı bükerek onları görünmez yapabilecek bir malzeme geliştirdi. insanları bile gizleyebilecek kadar büyük malzemeler yapılabileceğini söylüyor.




Buzlular içerisinde buldukları mamut kıllarından yola çıkan bilim adamları ilk kez soyu tükenmiş bir hayvanın genetik şifresinin büyük bir kısmını çözmeyi başardılar.





Prof. Dr. Yarman'ın yaptığı çalışmalarla Einstein'ın Genel Görecelik Kuramı'nı çürütmesi.Türk profesör,yaptığı deneylerde,bağıl manyetik alanın,ışık hızından en az 4 kat daha hızlı yayıldığını kanıtladı.



Evrenin oluşum sırlarını ortaya çıkartması beklenen proje, yalnızca 2008'in değil tüm zamanların en büyük ve en çok konuşulan deneyi oldu.




Çin'in tamamen kendi imkanıyla uzaya yolladığı üçüncü yörünge kapsülü Şıncou-7'deki (Kutsal Tekne) astronotlar uzay yürüyüşüne çıktı. Böylece Çin, ABD ve eski SSCB'den sonra uzayda yürüyüş yapan üçüncü ülke oldu.
ÇOK SİGARA İÇİYORUM"AMA BIRAKAMIYORUM DİYORSANIZ İŞTE SİZE ÖNERİLER!..


Türkiye’de 20 milyon kişi sigara tiryakisi. İçenler yüzünden içmeyenler de sürekli zehirli hava soluyor.Sigara, sadece sağlığa değil, cebe de zarar... Nasıl bırakabilirim diyorsanız. İşte size püf noktaları...

~~1- Kararlı olun~~

Sigarayı bıraktıktan sonra karşılaşabileceğiniz kilo alma, gerginlik, konsantrasyon güçlüğü, asabiyet, çöküntü ve huzursuzluk gibi sorunların sizi korkutmasına izin vermeyin. Sizin için geçerli olan sebepleri bulun ve sağlığınız için çok önemli olan bu kararı vermekte gecikmeyin. Sigara içenler, ortalama 5 ila 7 kez denedikten sonra sigarayı bırakabilir. Geçmişteki bırakma girişimlerinizi başarısızlık olarak görmektense, her denemeden öğrendiğiniz, bir sonrakinde size yardımcı olabilecek noktalara odaklanın (örneğin, niçin tekrar başladığınızı gözden geçirip, bir dahaki denemenizde tekrar başlamamak için önlemler alın.)

~~2- Bir tarih belirleyin~~


Sigarayı yardımsız bırakmaya karar verdiyseniz, önünüzdeki üç hafta içinde bunu yapmak için bir tarih belirleyin. Bu tarihi yakınlarınıza duyurun ve bu konuda size destek vermelerini isteyin.
Sigarayı bırakma tarihi geldiğinde, kararınızı kesinlikle uygulayın.

~~3- Doğru beslenme ve egzersiz şart~~


Bol miktarda su ve düşük kalorili içecekler tüketin. Şekerli ve yağlı yiyeceklerden daha az tüketmeye çalışın. Böylece kilonuzu korumuş olursunuz. Ayrıca düzenli egzersizi de ihmal etmeyin.

~~4- Yeterince uyuyun~~

Yeterince uyumaya ve dinlenmeye dikkat edin. Düzenli olarak ve kolayca uygulayabileceğiniz bir egzersiz progr..... başlayın (düzenli yürüyüş yapmak ya da yüzmek gibi).

~~5- Kendinizi oyalayIn~~

Boş kalmaktan kaçının. Canınız aşırı derecede sigara içmek istediğinde, başka bir aktivite ile meşgul olun. Derin ve yavaş nefes alarak rahatlamaya çalışın.

~~6- Stresi hobilerinizle yenin~~

Günlük hayatın getirdiği stresi azaltmak için hobi edinmek gibi yeni alternatifler yaratın. (Egzersiz, yoga vb.) Sigarayı bırakan kişilerin ortak özelliği, sigara içmenin yerine keyif aldıkları başka bir aktivite koyabilmeleridir.

~~7- Uzmana danışın~~

Eğer, sigarayı bırakmak için yardıma ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız, örneğin ‘nikotin yoksunluk belirtileri’ denilen gerginlik, konsantrasyon güçlüğü, asabiyet, çöküntü, huzursuzluk gibi sorunları yoğun yaşıyorsanız, mutlaka bir uzmanla görüşün.

~~8- Uygun zamanı seçin~~

Mevsimsel değişikliklerden etkilenenlere, kendilerini daha pozitif buldukları mevsimde sigarayı bırakmaları önerilir. iş yoğunluğu geçici ise, en iyisi bu dönemi atlattıktan sonra sigarayı bırakmayı planlamaktır. Ancak, yoğunluk çoğumuzun işi için devamlı bir özellik olduğundan, iş yoğunluğunu bahane ederek bırakma tarihini ertelemek doğru değil.

~~9- Çevrenizden yardım isteyin~~

Sigarayı bırakmaya çalışanların, eşi ya da yakın bir arkadaşının desteğini alması çok önemli. Bu kişilerin sigarayı bırakmadaki başarı oranı, diğerlerine göre daha fazla.
Eğer eşiniz ya da yakın arkadaşınız da tiryaki ise ve sigarayı bırakmak istemiyorsa, en azından bir süre yanınızda sigara içmeyerek ve sizin ulaşabileceğiniz yerlerde sigara bulundurmayarak size destek olmalı.

~~10- Azaltarak bırakmayın~~

Sigarayı tamamen bırakın. Azaltarak bırakmaya çalışmak,
çoğunlukla süreci uzatır ve başarısızlıkla sonuçlanır.
Sigarayı bıraktığınızda, “Bir nefesten bir şey olmaz” düşüncesine direnin. Tek nefes çekmek bile sizi sigara tiryakiliğine geri götürür ve her şeye yeniden başlamak zorunda kalırsınız.

~~11- Sigarayı çağrıştıran her şeyi ortadan kaldırın ~~

Evinizdeki ve işyerinizdeki bütün sigaralardan kurtulun. Çakmak, küllük, kibrit gibi sigara içmeyi hatırlatan nesneleri, göz önünden uzak yerlere kaldırın. Sigarayı bırakmak için geçerli olan sebepleri tekrar hatırlayın. Sigara içilen ortamlardan ve içen insanlardan uzak durun.

~~12-Kendinizi Şımartın~~

Kendinize iyi davranın. Sigarayı bıraktığınız gün, en sevdiğiniz yemeği sipariş edin, sinemaya gidin, sizi rahatlatan aktiviteler planlayın. Bu günü dolu yaşamaya dikkat edin, boş kalmaktan kaçının. Sigara içmediğiniz için kendinizi ödüllendirin. Sigara içmeyerek biriktirdi€iniz parayla, kendinizi mutlu edecek şeyler yapın: Seyahate çıkmak, bir restorana gitmek, yeni bir kıyafet almak gibi...

~~13- Kriz anında kaçın!~~

Aklınız sigaraya takıldığında, o anda yapmakta olduğunuz işi bırakıp ortamdan kısa süre uzaklaşın, örneğin kısa bir yürüyüş yapın ya da yapmanız gereken başka bir işe yönelin. Bu yoğun isteğin kısa sürdüğünü ve araya başka bir aktivite koyduğunuzda, azaldığını göreceksiniz.

Sigara içme dürtüsünü kontrol altında tutmanız, zaman içinde kolaylaşacak. Düşük kalorili yiyecek ve içeceklerle ağzınızı meşgul edin


Dilimizde dingonun ahırı mı diye kullandığımız bir söz vardır. Hiç merak ettiniz mi bunun ne demek olduğunu?

Atlı Tramvaylar zamanında, tramvaylar 2 atla çekilirken dik Şişhane yokuşunu çıkabilmek için Azapkapı'dan takviye at alarak yokuşu çıkabilirlermiş.

Tramvay bu haliyle Taksim e kadar gelir, burada çıkartılan atlar, bu gün Taksim alanının batı kısmındaki sular idaresi maksemi ile Fransız konsolosluğu arasında bir ahırda bir süre dinlendirildikten sonra tramvaya bağlanmadan boş olarak Azapkapı ya götürülürlermiş.

Taksim deki bu ahırı Dingo adlı bir rum vatandaş işletirmiş. Gün boyu bir sürü atın girip çıkmasından dolayı dilimizdeki '' Burası Dingo' nun ahırı mı giren çıkan belli değil '' sözünün buradan geldiği söylenir.
İrc da msn ve heryerde görmeye duymaya alıştığımız zuhaha sözcüğünün nerden geldiğini biliyomuydunuz ? Merak etmeyin bunu bilmeyen sadece siz değilsiniz...Bunu 1999 yılında araştırmaya başlayan Oxford University, uzun araştırmalar sonucu akıl almaz sonuçlar elde etti..

ZUHAHA nın bir kabile olduğunu!!!.....Ve tabi PUHAHA nın !!!

M.Ö 70 yılında; dünyanın çeşitli bölgelerinde hüküm süren bu iki kabile aynı anda yıkıldı....ne zaman kuruldukları ise bilinmiyor...

Oxford University bu iki kabilenin birbiriyle hep çekişme içinde olduğunu söylüyor...Bunun bir diğer nedenide stratejik konumları...
Tarihi M.Ö 200 lere dayanan belgelere bakılarak iki kabile arasında geçen savaş öncesi diyaloglar iki kabilenin yıldızının neden hiç barışmadığını kanıtlar nitelikde....
TARİHİ BELGELER


(cümleler 8 dilbilimci tarafından 2 yılda tercüme edilmişdir...)

olay balık tutarken karşılaşan iki farklı kabile üyesi arasında gerçekleşmişdir...


**##selam zuhahalı...

selamda benim mekanda balık tutuyon ne iş Huh

**##yok be kardeş ben sen yokken yerini tutuyodum..

-zuhahahahahahahahahah güleyim bari....sen kimi kandırıyon len kanı bozuk puhahalı

**##puhahahahahahaha asıl ben güleyim...

(burda geçen zuhaha ve puhaha sözcükleri kabilelerin geleneklerinden dolayıdır, kızgınken konuşurken cümlelerin başına
zuhaha ve puhaha koyuyorlar, günümüzde uygulanan +18 uyarısını taaaaaaa ne zaman icad ettiklerini görüyoruz...yani bizim gibi """la duydunmu bizim maho gay olmuş zuhahahahahahaha"""" gibi değil niyetleri...)

-gül de bak ne yapıyom seni...

**##puhahahahahaha yeter uleyn gel buraya puhaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!!!

-neeeeeeee puhaaaaaaaaaaaa mı ulen sen bana nasıl...heytttt zuhaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa

**##puhahahaha

-zuhahahahaha

**##puhahahaha

Bundan sonra olayın nasıl geliştiği bilinmiyor iki kişi arasında, ama iki kabilenin birbirine düşmanlığı böyle basit bir olaydan başlıyor...

Birbiriyle savaşmaya başlayan iki kabile arasındaki savaş, muhahalara kumahaha lara kadar sıçrıyor ama bu saydığımız

kabileler puhaha ve zuhaha lar kadar bilinmiyor oxfordun yaptığı araştırmalara göre o zamanki dağılımları şöyle bu kandaş kabilelerin..








Bu kabileler arasındaki son savaşda (M.Ö 69) iki kabile kanlı bir savaş yapmış ve 2 yıl süren savaşın bitmeyeceğini anlayan Türk devletleri """"zuhahahaha"""" """""puhahahaha""""" seslerine dayanamayıp iki kabileyide yok etmtiştir...Zaten dilimize yerleşmesidende bu olayın etkisi büyüktür...

AMA en büyük etken Türklerin bu adamlarla savaşırken yüzlerine bakmaları ve zuhahaha puhahaha seslerini tiplerine bakarken duymalarıdır...

işte bu tipi gören ve sesleri duyan Türkler artık kendi aralarında şakalaşırken ağızlarını kocaman açıp zuhaha puhaha seslerini çıkarmaya başlamışlardır....


Son puhaha ve zuhaha lar...








1645 yılında ilk bisiklet patenti Fransız Jean Theson’a, iki kişinin oturarak hareket ettirdiği dört tekerlekli küçük bir alet yaptığı için verildi.1690 yılında Fransız asilzade Sivrao Kontu tarafından, iki tahta tekerleği olan ve “celenfer” adı verilen pedalsız bir bisiklet yapıldı.Daha sonra tahta tekerleklerin yerle temas eden yüzleri demir çemberle kaplandı; fakat bu durum süspansiyon sağlamadığı için hızın azalmasına yol açtı. İskoç Kirk Patrik McMillan’ın 1839 yılında pedalı bulmasıyla bisiklette bugünkü görünümüne kavuşmaya başladı.1868′de ise tekerleklerin sert lastikle kaplanıp demirin çıkartılması sayesinde sürat arttı.Deneme niteliğindeki ilk bisiklet yarışı, 1868′de Saint Cloud’da yapıldı.Bu yarışı İngiliz James Moore kazandı.Günden güne gelişme gösteren bisiklete bağlananların sayısı çoğaldı ve 1881′de “Fransız Bisiklet Federasyonu “kuruldu. Daha sonra zincirli aktarma sistemi ve havalı lastiğin bulunmasıyla bisiklet bugünkü şeklini aldı. Çağdaş koşullara uygun ilk mukavemet yarışı 1890 yılında Fransa’da yapıldı. 1891′de ise uzun etaplı turların ilk örneğini oluşturan Bordeaux Paris yarışı, onu takiben de Paris Brest-Paris yarışı düzenlendi. 1903 yılında düzenlenen ve yarışmaların en büyüğü olan Fransa Turu’nun Henri Desgrange ve L’Auto dergisi tarafından gerçekleştirlmesi bisiklet sporu için önemli bir atılım oldu.Yani 19.yy’ın başlarından itibaren bisiklet, önemli bir ulaşım aracı olması yanında tüm dünyada spor amacıyla da kullanılmaya ve üretilmeye başlandı.

ABD’de1878′lerde başlayan bisiklet yarışlarının yaygınlaşması sonucu 1912′de Amerikan Amatör Bisiklet Birliği kuruldu ve birlik ABD’deki amatör yarışların yönetimini üstlendi.
20.yy’ın ortalarına doğru ABD ve İngiltere’de otomobillerin yaygınlaşması ile bisiklet yarışlarında bir gerileme görülmeye başlandı; fakat zamanla ilgi tekrar arttı. amatör yol yarışları 1896′dan, pist yarışları arasında yer aldı. Ayrıca her yıl, bisiklet yarışlarının her dalında ulusal ve dünya şampiyonlukları yarışmaları yapılmaktadır.Bu şampiyonaların en önemlisi ve en zorlusu, 21 etap üzerinden 2474 millik parkurda düzenlenen “Fransa Bisiklet Turu “dur.

Kızkulesi ile ilgili anlatılan ilk hikaye; Ovidius’un kaydettiği bir aşk hikayesidir. Hero ile Leandros adlı iki gencin hüzünlü aşkını anlatan bu hikaye, Hero’nun kuleden ayrılmasıyla başlar. Hero Afrodit’in rahibelerindendir ve aşka yasaklıdır.Yıllar sonra Afrodit’in tapınağında yapılan bir törene katılmak için kuleden ayrılır ve orada Leandros ile karşılaşır. Birbirine aşık olan iki genç, Leandros’un gece kuleye gelmesi ile aşklarını kutsarlar. Kızkulesi her gece iki gencin gizli aşkına ve yasak sevişmelerine tanıklık eder. Leandros’un yüzerek kuleye geldigi fırtınalı bir günde Hero’nun yaktığı sevda ateşinin feneri söner. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin öldüğünü gören Hero da kendini Kızkulesi’nden boğazın sularına bırakır.

Kavuşamayan aşıklara atfen anlatılan bu hikayeden başka bir de; Kleopatra’nın sonuna benzer bir sonun anlatıldığı yılan hikayesi vardır. Kehanete göre kralın birine, çok sevdiği kızı onsekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak ölecegi söylenir. Bunun üzerine kral denizin ortasındaki bu kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Kaderin kaçınılmazlığını kanıtlarcasına, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesin tenine süzülerek zehrini boşaltır. Kral, kızına demirden bir tabut yaptırarak Ayasofya’nın giriş kapısının üstüne yerleştirir. Bugün bu tabutun üstünde iki delik vardır. Yılanın, ölümünden sonra da onu rahat bırakmadığına dair hikayeler anlatılır.
En son anlatılan hikaye ise Osmanlı Dönemi ile ilgilidir. Battal Gazi’nin askerleri ile Kızkulesi’ne baskın yaparak kuleye saklanan hazinelerin ve Üsküdar Tekfuru’nun kızını kaçırdığı ile ilgili hikayedir. Battal Gazi tekfurun kızı ve hazinelerini aldıktan sonra Üsküdar’dan atına atlayıp oradan uzaklaşmıştır. Çokça bilinen “Atı alan Üsküdar’ı geçti” lafı bu hikayeden gelir. Bu hikayeden günümüze gelen bir diğer şey de küçük kulemizin ismi ile ilgilidir. Diğer efsanelerdeki prenseslere de atfen Türkler buraya Kız-Kulesi ismini vermişlerdir.
İspanyol Heykeltraş Juan Botella Lucas'ın solo sergisi "%99 Sünger %70 Su" 22 Ocak- 28 Şubat 2009 tarihleri arasında Pi Artworks Tophane'de devam edecek.
Serginin kavramında en çok öne çıkan noktaların: hayat ve ölüm, hareket ve hareketsizlik, canlı ve cansızların başlangıcı ve sonucu, ses ve sessizlik, savaş ve can sıkıntısına karşı oyun olduğu belirtiliyor.
1970 Madrid doğumlu olan Juan Botella Lucas, 1995 yılında Madrid UCM Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nü bitirdi. 1998 yılından beri Türkiye’de yaşayan Juan Botella Lucas Mersin Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. 2007 yılından itibaren Pi Artworks tarafından temsil edilmektedir. 2008 yılında Piartworks’teki ilk sergisi Aklını Oynatmalar2 ile hatırladığımız Juan Botella Lucas’ın bu sergisi hayata ve ölüme dair sıradışı duruşunu tüm yalınlığı ile gösteren heykellerden oluşuyordu. Ayrıca katıldığı önemli sergiler arasında, 2001 yılında Levent Çalıkoğlu'nun küratörlüğünde ki Ölüm=Ölüm, Hafriyat Grubu ile birlikte katıldığı 10. İstanbul Bienali, 2003 yılında Mısır-İskenderiye’de katıldığı 22. Akdeniz Bienali yer almaktadır. 1999 yılında Berlin Güzel Sanatlar Akademisi tarafından "meister schuler" ödülünü almıştır.
% 99 Sünger %70 Su sergisinde 28 adet üç boyutlu çeşmeler, mezarlar, ağızlar, yumurtalık ve başka kompozisyonlardan oluşan çalışmalar yer almaktadır. Galerinin iki ayrı mekanında sergilenen eserler aynı süreç içerisinde yapılmış, birbirini tamamlayan bir projenin sonucudur. Ana galeride temsil konusu olarak özellikle suyla ilgili; çeşmeler, musluk, boru şekilleri gibi çalışmalar gösteriliyor. Diğer mekanda ise suyun yanında kabirler ( Osmanlı kabri ve yılan mezarı), anatomik ayrıntılar (dişler, ağızlar, köpek burnu, yumurtalık,...) ortaya çıkıyor.*
*alkış
Sergide susuzluktan yok olma ya da sular altında kalma ihtimalini ele alan Juan Botella Lucas “ %99’u sünger ile yapılmış eserleri %70 su oranı taşıyanlara sunuyorum. Sünger’den yaptığım su gibi görüntülerle bu olanaklara gönderme yapmamın yanında, (%99) kullandığım su çeken poliüretan, yani sünger malzemesinin karşısında vücudumuzun ( %70)’ in su içermesi, bu ihtimallerle karşı farklı bir bakış açısı getiriyor: çeşme bizi topluyor, biz onlara suyumuzu verebiliriz, tükürerek, ağlayarak ya da tercihen daha içten bir şekilde. Yarasın! ”

% 99 Sünger %70 Su sergisindeki çalışmalarının daha önceki sergilerdeki konular ve şekillerle hep aynı, azar azar veya birden değişen sonra yeniden aynı olduğunu, bu bağlamda ise hem devamlılık hem de yenilik olduğunu belirten Juan Botella Lucas’ın sergisi 28 Şubat 2009 tarihine kadar galeri 1 ve 2 de devam edecek.
Pi Artworks Pazar hariç her gün 10.30-19.30 arasında veya randevu ile gezilebilir.
"Temari" çocukların zıplatıp sektirerek sürdükleri sarmalanmış ipliklerden oluşturulmuş topa verilen isimdir. Çok karmaşık bir yapıya sahip olabilmektedirler ve bazıları ise bu topları bir tür sanat biçimi olması için dokumaktadır
Temari Japonların birçok geleneksel sanatlarından yalnızca biri. İp sarma sanatı ya da top süsleme sanatı da denilebilir

Düşünebiliyor musunuz bu muhteşem şekilde işlenmiş, süslenmiş toplar çocukların oynaması için anneler tarafından işleniyormuş zamanında. Çocuğunun oynadığı topta bile annenin işlediği güzellikler. Annenin çocuğunu nakış nakış işlemesi yetiştirmesi yetmiyormuş gibi ona ait bir oyuncağı da işlemesi. Ne muhteşem bir özveri! İlk çıkışı bu şekilde başlamış temari toplarının. Şimdilerde ise dekoratif amaçlı kullanılıyor çoğunlukla. Zaten toplar evinizin en güzel yerinde, salonunda seyirlik olarak durabilecek güzellikte.Temari topları ilk zamanlarda eski kimono parçalarından yapılmaya başlanmış. İlk olarak ipek kumaş parçaları top şekline tomar haline getirilip, ardından üzerine şerit kumaşlar sarılarak yapılmaya başlanmış. Gün geçtikçe geleneksel temari topları daha detaylı ve karışık şekillerdeki nakışlarıyla bir sanat haline gelmiş. Japonların lastik toplarla tanışmaya başlamasından sonr temari topları bir oyun aracı olmaktan çok dekotif sanat amaçlı yapılıyor. Buna rağmen seven anneler hala çocuklarına bu toplardan yapıyor. Japon inanışına göre çocuğa hediye olarak verilecek top yapılırken anne çocuğu ile ilgili iyi dileklerini küçük bir kağıda yazıp temari topunun arasına sıkıştırır ve bu dilekler kesinlikle çocuğa söylenmezmiş. (Sanırım dilekleri gerçekleşsin diye yapıyorlar bunu )
Japon kültüründe temari çok değerli bir hediye. Dostluğu ve sadakati ifade ediyor. Parlak renkli ipliklerle yapılmış bir temari hediye verilen kimse için parlak ve mutlu bir hayat temenni etmek anlamına geliyor.
Bazı temari toplarının içine oyun değerini arttırma amaçlı, ses çıkarması için pirinç taneleri ya da zil gibi şeyler de konulurmuş. Söylenilene göre geleneksel olarak yapılan temariler çok sıkı olduğu için yere atıldığı zaman zıplayabiliyorlarmış. (En çok bunu merak etmiştim.)
Temarilerde çoğunlukla çiçek, böcek gibi değişik betimlemeler yeralıyor, herbirinin bir adı var. Mesela altta gördükleriniz kelebek ve yusufçuk konulu temariler.

Filografi ahşap bir zemin üzerine çakılmış çiviler arasından teller geçirilerek belli örgü teknikleri kullanılarak çeşitli desenler meydan getirilmesi sanatıdır Bu sanat Orta Doğu'da doğmuş batıya ve uzak doğuya yayılmıştır Ülkemizde pek tanımayan bu sanat zorluğu sabır gerektirmesi nedeni ile az uygulanmakta olup bütün dünyada unutulmak üzeredir

Filografide belli örgü teknikleri kullanılarak hat yazıları simetrik desenler amblemler çiçekler ve çizgi film karakterleri panolar haline getirilebilmektedir


Kullanılan Malzemeler

Sunta bez tel ya da naylon ip ucu kıvrılmış tığ çivi


Yapılışı

İlk Olarak Sunta Üzerine Kumaş Kaplanıyor İstenilen ModelDesen Fotokopi İle Büyütüldükten Sonra Bunun Üzerine Aktarılıyor Daha Sonra Bu Motifleri Oluşturmak İçin Tahta Panolar Üzerine Desenin Çevresinden Fazla Uzun Olmayan Çiviler Çakılıyor Bu Çiviler Boyanıp Vernikleniyor Ardından Altta Kalan Model Kağıdı İğne İle Temizleniyor Kuruyunca Çivilerin Arasından Çeşitli Tekniklerle Renkli Teller Sarılıyor Ve Önceden Tasarlanmış Motifler Ortaya Çıkarılıyor Bu Teller Çok İnce Değil Çokda Kalın Değil Orta Kalınlıkta Takı Yapanlar Bilirler Takıda Kullanılan Tellerden Bunun Üzerine Çalışılacak Desen AktarılıyorAncak Bu Tel Geçirme De Bir Ustalık Gerektiriyor Öyle Rasgele Bütün Çivilerden Aynı Şekilde Telleri Geçirirseniz Hiçbir Şey Elde Edemiyorsunuz Ayrıca Bu Tellerin Hem Sağlam Hem Kolay Temizlenebilir Olması Ve Hem De Temizleme Esnasında Renklerinin Solmaması Gerekiyor

Gerek Tahta Panonun Ve Gerekse Kullanılacak Tellerin Rengi Önceden Sanatçı Tarafından Tasarlanıyor Seçilen Renklerin Hem Birbirine Uyumlu Olması Hem De Motifi Ortaya Çıkaracak Şekilde Olması Gerekiyor Yani Ne Renkler Birbiri Arasında Boğulacak Ne De Çok Fazla Zıt Renkler Kullanılarak İnsan Gözü Rahatsız Edilecek Burada Bütün İş Sanatçının Yaratıcı Yeteneğine Ve Ustalığına Kalıyor
Tüm sanat dallarında görülmekle birlikte Gotik daha çok bir mimarlık üslubudur. Avrupa’da Roman mimarlığından kaynaklanacak 12.yy ikinci yarısında ortaya çıkan Gotik Mimari, klasik mimarinin doğduğu 16.yy ortalarına kadar varlığını sürdürmüştür.
Gotik kentlerle birlikte doğduğundan aynı zamanda bir kent üslubudur. 13.yy kilisenin kent ve kent yaşamı üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bu nedenle Gotik üslup kiliselerle en güzel örneklerini vermiştir. Katedraller Gotik sanatının anıtsal bir ifadesi olmuştur. Şehirler arasında en mükemmel katedralle sahip olma gibi bir rekabet uyanmıştı. Bu eserler dini bir inançla tanrıya ulaşmak için büyük çabalarla yapılıyordu. Bunun yanı sıra bu dönemde Şark ve Bizans etkisinden uzak yeni bir sanat arayışı vardı. hayali şekillerden uzaklaşılarak tabiata ve hakikate yaklaşıldı. Tüm bu etkenler Gotik Mimarinin gelişmesini tetiklemiştir.
1400 yıllarında gotik mimarlığın en gelişmiş örnekleri Fransa’nın kuzey kesiminde Paris çevresinden Saint – Denis ve Chartres’ı da olarak, Champagne bölgesine kadar uzanan bölgede verilmiştir. Bu bölgede 12 ve 13. yy yapılan bir dizi katedralde Gotik mimarinin temel yenilikleri ortaya konulmuştur. Tam anlamıyla ilk Gotik yapı Fransa’daki Saint Denis ketedelidir. Oysa bu sıralarda diğer bölgelerde hala roman üslubu sürmekteydi.
Roman mimarisinden kaynaklanan Gotik üslup bu mimariye tam anlamıyla ters düşer. Roman mimarisinde yapının ağırlığı duvarlara verilir; duvarlar kalın ve sağlam yapılırdı. Bundan dolayı kiliselerin içi karanlık olurdu. Bu durum da insanda bir denge, bir kütle duygusu uyandırırdı. Oysa Gotik yapılarda bu ağırlık direkter ve peyendelara yüklenmiştir. Direkten kemerlerle birbirine bağlanmış dıştan da başka kemerlerle desteklenmiştir. Bu özellikler insanda yapının gökyüzüne yükseldiği düşüncesini doğurur. Gotik üslubun büyük bir hızla gelişmesi, ortaçağ’ a özgü dinsel yapılara sivri kemeri getirmesi sayesinde olmuştur.
Gotik mimarinin başlıca özelliği sivri kemer çaprazı kullanımıdır. Kırık kemer, destek kemer ve sivri kemerler oluşturmak için birleşen silmelerin kesiştiği noktalara oturtulan tonozlar bu üslubun belirgin özelliklerini oluşturur. Tonozların kullanımıyla hafif ve hareketli bir çatkı görünümündeki yapı iskeletleri hantallıktan kurtarılmıştır. Hem kesişen güç çizgileri arasındaki dengeyi göstermesi hem de sahnın ışık alımını kolaylaştırması bakımından tonozlar bu mimaride önemlidir. Gerçekten, artık birer destek olmaktan çıkan duvarlarda geniş pencereler açılmıştır. Duvar resimlerinin yerini içeriye renkli ve hafif bir ışığın süzülmesini sağlayan ve gökyüzünden yere yansıyan Tanrı bağışının simgesi sayılan vitneyler almıştır.
Gotik mimaride hemen her zaman tepe noktasında bir açı oluşturan kırık kemer kullanılır. Git gide uzayacak, klasik oranların dışına çıkan ayaklar bazen silindir biçiminde ağır sütunlar halindedir. Bazen de bir araya toplanmış bir sütunlar demetini andıracak biçimde yontulmuşlardır. Bu mimari üslupta açıklıklar ve dikey çizgiler egemendir. Fransa’da farklı mekan ve kütleleri gruplayan Romanesk kiliselerin tersine Gotik mimarlık birleştirilmiş tek bir mekan anlayışına eğilim gösterir.
Önceleri çok sade olan cephelerde, zamanla zengin süslemelerle bezenmiş geniş kapılar açılmış, çok sayıda heykel ve alçak kabartmalara yer verilmiştir. Bunlar adeta taşa aktarılmış, dinsel ya da din dışı görüntülerin sergilendiği gerçek birer yapıt niteliğindedir.
Gene cepheler, kare ya da sekizgen kulelerle, bu kulelerde bütünün yukarı doğru yükselmesine katkıda bulunan küllah ya da oklarla süslüdür.
Çok yönlü olan Gotik mimarlık kısa sürede gelişti, çeşitli dönem ve ülkelere göre, çoğu kez birbirinden farklı görünümler kazandı. Gotik üslubun Erken Gotik, Işınsal Gotik ve alevli gotik gibi dönemleri vardır. Bu dönemler her ülkede farklı tarihlerde ortaya çıkmış ve gelişmişti.


İLK GOTİK ( Erken Gotik )


12.yy sonlarında başlayarak bütün 13.yy boyunca süren ilk Gotik üsluptaki yapılar arasında önce ( 1150 ) Noyon, Loon, Notre – Dame ( Paris’te 1160’da ), Chartres ( 1195 – 1260 ) katedralleri sayılabilir. 1190’a doğru, bu yeni üslupta çalışan mimarlar, sanatlarının en üstün düzeylerine ulaştılar ve 1190 –1260 arasında Gotik sanat altın çağını yaşadı. Reims ( 1211 – 1481 ), Bourges, Bequvais, Amiens katedralleri bu dönemde yapıldı. Ardından Gotik üslup, Almanya’ya sıçradı ve orada yaygınlaştı. Bemberg, Limburg ve Magdeburg katedralleri yapıldı. Fransa’da ki en önemli klasik – gotik katedraller Chartres, Reims ve Amiens’dir. Notre Dame Katedrali (Göklerin Kraliçesi) kardinal makamı ve Fransa krallarının taç giyme yeri olması bakımından önemlidir.
Yapıların boyutları büyüyünce kapılarının da bir sütun ya da orta ayakla iki parçaya ayrıldığı görülür. Bunların üstünde yer alan kemer, silmelerle süslenmiştir, kapı ya da pencerelerin yan dikmeleri ise duvardan tümüyle ayrılmış küçük sütunlarla süslüdür. Tonozun tepesinde boylamasına bir nervür bulunur.
Gotik mimarlık İtalya’ya 12.yy da Citeoux rahipleri tarafından yasak kelimeürüldü. Bu rahipler çok sayıda manastırın (Fossenove, Casamari, Sen Galgano) yapımına ön ayak oldular. Söz konusu yapılarda üslup, son derece arı ve Fransa’da ki örneklerine yakındır. Ancak bunlar üslubun kural dışı örnekleri sayılır; çünkü çoğu zaman bu ülkede gotik üslup çok yaygın olan roman üslubu öğeleriyle çatışmıştır. Bu nedenle de bazen tutarsız, ama çoğunlukla özgün yapılar ortaya çıkmıştır.


IŞILTILI GOTİK (PIRILTILI GOTİK)


Mimarlık yapılarının yetkinliği gün geçtikçe yukarıya doğru yükselme kaygısıyla bozuldu ve erken gotik mimarisinin yerini pırıltılı gotik aldı. (1260 – 1380) 14. yy da yapılan dinsel yapılar gotik sanatının bu dönemde tam bir gelişme içinde olduğunu gösterir. Bu dönemde gotik mimari görkemli biçimlerden hiçbir şey yitirmeden, dinsel düşünceyle bağdaşabilecek zarifliğe ulaşmıştır. Işını gotik üslubunun temelde hiçbir değişiklik getirmediği, yalnızca ayrıntılarda büyük ölçüde ayrım gösterdiği söylenebilir. Artık açıklıklar özellikle de pencereler genişletilmiş, çapları büyütülmüştür. Ayrıca ayaklar da her birinin bir başlığı ve bir oturtması bulunun sütunlar demetine benzer biçimde yapılmaya başlanmıştır. Işıltılı gotik üslubunun en ilgi çekici örneği yapımına 1277 yılında başlanmış olan ve tonozunun yüksekliği 30m’ye ulaşan Strasbourg Katedrali’dir. Ayrıca Metz Katedrali’de bu dönem örneklerindendir.
Pırıltılı gotiğe denk düşen “dikey üslup” un geliştiği İngiltere’de ise gotik mimarlık başlangıçta Fransız gotiğine yakındı. Ancak kısa sürede çok farklı esin kaynaklı ve son derece özgün yapıtlarla ondan ayrıldı. Sivri kemer oluşturan silmeler, destek kemerler, kaburgalı tonozlar, birer destek olmaktan çıkıp, süs niteliği kazandılar.


ALEVLİ GOTİK


1380 – 1540 yılları arasında Avrupa gotik üslubu, yeni bir evrim daha geçirerek “alevli gotik” adını aldı. Yüksek gotiğin ortaya çıkışından itibaren Fransa’yı velze salgını, iç savaşlar ve İngiltere ile olan yüzyıl savaşları perişan etmiştir. Bu kötü durum ortadan kalkıp tekrar inşaat yapılmaya başlanınca mevcut katedral tipi yeniden ele alındı. Artık süs öğeleri mimariyi geride bırakmak ön plana geçmişti. Kısa süre sonra, kendilerini taştan danteller gibi saran çok sayıda heykel ve süslerin altında, yapılar neredeyse gözden silindi. Yani alevli denilen üslupta süsleme en önemli hale geldi ve tonozların üstü karmaşık bir nervürler ağıyla örtüldü. Aynı zamanda her kesişme noktası bir gül ya da yıldız bezekle bezendi.
Alevli gotiğe geçişte yaşanan evrim özellikle İngiltere’de daha da belirginleşti. “Dikey üslup” un yerini “süslü üslup” aldı. Almanya’da ise güçlü ve gerçekçi bir heykelcilik anlayışı, Fransa’da ki yapıların ölçülülük ve zarifliğine ters düşen bir coşku ve zenginlik ortya konmasına yol açtı. (Noumburg, Bemberg, Freiburg katedralleri)
İtalya’da da aynı üslupla 13. yy da yapılmış pek çok anıt vardır. Bunlardan en eskisi Assisi Kilisesi, en önemlisi de Milano Katedrali’dir. Bütün Avrupa’ya yayılan alevli gotik üslubunun en uç ve abartılı örnekleri İspanya’da verilmiştir. Örneğin San Pablo Kilisesi. Ayrıca İspanya’da Arap istilasına uğramış yerlerde “Mutejar” adı verilen bir üslupta oluşmuştur. Bu yörelerde gotik üslubun özelliklerine İslam mimarlık öğeleri karışmıştır. Portekiz’de ise Kral I. Manuel döneminde alevli gotik üslubu egzotik biçimler eklenerek daha da güçlenmiş ve “Manuel üslubu” denilen bir üsluba dönüşmüştür.
TÜRK ÇiNi SANATININ KISA TARiHÇESi

Anadolu uygarlığını tarihi form ve inceliklerle kültürel bir miras gibi evlerimize kadar taşıyan Türk Çini Sanatı, vatanı olarak kabul edilen Kütahya ve İznik topraklarında asırlık bir geçmişe sahiptir.
Geleneksel Türk Sanatlarından olan çini, genellikle mimari yapıların, cami, köşk. saray, çeşme, türbe ve benzeri yapıların iç ve dış süslemelerinde kullanılmış bir seramik ürünüdür. Çinilerimiz tür olarak ikiye ayrılır.

1- Duvar çinileri, batılıları Tile-Art dedikleri bu türe eskilerimiz Kaşi demişlerdir.
2. Evani denilen bu tür tabak, vazo, kupa, kase, sürahi, bardak ve benzeri seramik ürünlerinden oluşmaktadır. Bu türe halen kullanma seramikleri demekteyiz.

Türkler çok eski zamanlardan beri , binalarını, çinilerle süslemeyi tercih ediyorlardı.

Özellikle İslamiyeti, kabul eden İlk Müslüman Türk Devletini kuran Karahanlılar (955) devleti döneminde mabetlerini çinilerle süslemeye başlamışlardı. dönemine ait yapılarda görülmeye başlayan çini süsleme geleneği, Türk Çini Sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir.

Bu tercih Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları Zamanında gelenek halini almış ve daha sonraları Osmanlılar döneminde de devam etmiştir. Selçuklular, egemenlikleri altına aldıkları yerlerde inşa ettikleri pek çok cami, medrese, kervansaray, saray, türbe ve benzeri eserleri çinilerle bezemişlerdir
Selçuklu çinilerinin özelliklerinden kısaca bahsetmemiz gerekirse, bunların kare veya dikdörtgen, altıgen şekillerinde olduklarını ve bir yüzlerinin, mavi, lacivert, toprak sarısı, turkuaz, siyah, kahverengi gibi sırla karıştırılmış renklerle boyanıp pişirilmiş olduklarını ve alçı veya horasan harç üzerine aplike edilmiş, mozaik şeklinde yapılmış süslemeler olduklarını söyleyebiliriz. Zamanla geliştirilen bu mozaik tekniğine Kufi tarzı yazılar ve rumi motiflerde katılmıştır. Tarihi dönemlerde gelişme gösteren Türk çini Sanatı 16. yüzyılda İznik ve Kütahya çinileri ile zirveye ulaşmıştır

Özellikle Antik çağlarda KOTIAEION olarak anılan Kütahya şehrinde arkeolojik kazı ve araştırmalar sonucunda çok eski zamandan bu yana Kütahya’da seramik üretiminin yapıldığı kanıtlanmıştır.

Türk çini Sanatında yeni tekniklere geçme, form ve Sanat zevkini ve yetkinliğini bozmadan geri götürmeden sürekli artan isteği daha kısa sürede karşılayacak yeni üretim teknikleri ve imkanlarının araştırılması ve bunların uygulanması ile mümkün olmuştur.

Uygulama teknikleri sırası ile:

1- Mozaik çini tekniği.
2- Renkli sır tekniği
3- Sır altına boyama tekniği.
4- Perdah Tekniği

1- Mozaik Çini Tekniği: Türk çini Sanatında yaygın olarak kullanılan en eski teknik olan bu tekniğin kaynağını sırlı tuğla süslemenin aldığı söylenebilir. Mozaik çini tekniği 13.yy da Anadolu Selçuklu çini Sanatına kişiliğini kazandıran ve Osmanlı döneminin varlığını 15.yy’ın sonuna kadar sürdüren bir çini tekniği olmuştur.
2- Ana teknik özelliği süslemenin, süsleme örneğinin doğrudan çinkolu saydam olmayan renkli sır ile yapılmasıdır. Bu teknikte levha üzerinde renkli sır ile boyama söz konusudur, renkli sır tekniğinde levha üzerinde süsleme örneğinde krom oksit bir bileşimle tekrar çizilmiş, kontür olarak verilmiş bu şekilde fırınlanan renkler birbiri içine akması önlenmiştir.
3- Sır Altına Boyama: 13.yy’da Anadolu Selçuklu’da kullanıldığı gibi, 16.yy’ın ikinci yarısında Osmanlı’da gelişmesini tamamlayan bir çini tekniğidir.
4- Perdah Tekniği: Bir sır üstü tekniğidir. Beyaz astarlı renksiz saydam sırlı levhalar üzerine altın ve gümüş tozları ile süsleme yapılmakta ve fırınlanmaktadır.

“ilk Osmanlı Dönemi” olarak adlandırılan döneme ait çiniler, İznik Yeşil Cami minaresinde(1390), Bursa Yeşil Cami ve Türbesinde (1421), Bursa Muradiye Camiinde (1426), Edirne Muradiye Camiinde (1433), İstanbul Mahmut Paşa Türbesinde (1463), Çinili Köşk’ te (1472), ve Edirne’de Şah Melek Paşa Camilerinde görülmektedir. Bunlar genellikle mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çinilerdir. Bu dönemlerde, lacivert, mavi, turkuvaz, siyah, sarı gibi renkler ve rumi, kufi yazı, geometrik şekiller ve bitkisel kökenli stilize edilmiş motifler kullanılmıştır.

Takip eden dönem, bir geçiş dönemi olarak adlandırılabilir. Fatih Devrinin Nakkaşbaşısı Baba Nakkas, kullanma seramiklerinin gelişiminde büyük rol oynamıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında sınırları genişleyen devletin diğer bölgelerinden İstanbul’a getirilen sanatçılar da bu sanata önemli katkılar sağlamıştır. İstanbul’da Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesi (1522), Şehzadeler Türbesi (1525), Haseki Medresesi (1539), Şehzade Mehmet Türbesi (1543), Topkapı’ da Kara Ahmet Paşa Camii (1551), gibi mimari eserlerde kullanılan çiniler bu dönemin eserleridir. Sırlı boya tekniği ile üretilmiş olan bu çinilerde; Rumiler, bulutlar, hatai tarzında bitkisel kökenli motifler, fıstık yeşili, sarı, mavi, turkuvaz, lacivert ve kiremidi renkler kullanılmıştır. Sarı renk, üzerine altın varak yapıştırılmak üzere astar olarak düşünülmüştür.

Bu dönemde gerek kalite ve gerekse desen üretiminde değişme ve gelişmeler olmuştur. Türkler, mozaik ve kuru kenarlar tekniklerini terk etmiş, sır altı boya ve sır tekniğini geliştirmiştir. Bunun yanı sıra saray nakışhanesinde yeni motifler geliştirilmeye ve üretilmeye başlanmıştır. Önce İran’ lı bir ressam olan ve Sahkulu diye anılan Veli Can, Saray Başnakkaşlığına getirilmiş ve Saz Yolu desenler üretmeye başlamıştır. İri yapraklarla beraber zümrüdü anka kuşlarını, güvercin ve papağanları, geyik ve tavşanları, horozları vs. hayvani motifleri çinilerde kullanmaya başlamıştır. Onu takiben öğrencisi ve saray nakkaşbaşı olan Karamemi de, selvi ve bahar ağaçlarını, asmaları, lale, gül, sümbül, Manisa lalesi, susen çiçeği, kantaron çiçeği, zambak, zerrin çiçeği, karanfil çiçeği ve bunların goncalarını süslemede pek az miktarda sadeleştirerek kullanmaya başlamış ve yeniden kullanılmaya başlanan, kırmızı, yaprak yeşili, mavi, lacivert, türkuvaz ve ağaç gövdelerindeki kahverenkleriyle çinilerinde bir bahar devri yaşanmıştır.

“Klasik Devir” denilen bu dönem, Silivrikapı’daki İbrahim Paşa Camiinin (1551) yapımı ile başlar. Bu gelişmenin bir diğer önemli nedeni de Mimar Sinan dönemi olması ve onun yaptığı pek çok yapıda çiniye büyük bir önem vermesidir. Nitekim, o dönemin eserlerini sıralamak bu önemin derecesini de gösterir. Süleymaniye (1560), Sultanahmet’ de Sokullu Mehmet Paşa (1571), Kasımpaşa’da Piyale Paşa (1573), Eminönü‘de Rüstempaşa (1560) Camileri, Topkapı Sarayında Altınyol panoları, III.Murat Kasrı, II. Selim ve III. Murat Türbeleri , Tophane’de Kılıçali Paşa (1580), Üsküdar’da Toptaşında Eski Valide (1583), Fatih, Çarşamba ve Karagümrük dolaylarındaki Mehmet Ağa, Ramazan Efendi, Edirne Selimiye Camileri ve İstanbul’da Topkapı‘daki Takkeci İbrahim Ağa ve Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın türbeleri dönemin en seçme çinileriyle süslenmiş anıtsal yapılardır.

Sultan Ahmet Camii (1616), Topkapı Sarayında Bağdat ve Revan Köşkleri, Üsküdar’da Çinili Cami, Eminönü’de Hatice Turhan Sultan Türbesi (1682), yine Eminönü’de Yeni Cami (1663) bu dönemde yapılmış ve çinilerle bezenmiş başlıca yapıtlardır.
Mimari yapıların iç ve dış yüzeylerindeki sırlı ve sırsız kaplama elemanları, günlük yaşama ilişkin kullanım eşyaları ve fonksiyonel olmayan seramik objeler bu grup başlığı altında toplanır. Çini adı altında değerlendirilen kuvars oranı yüksek ve açık renkli kilden, sır altı ve sır üstü teknikleriyle üretilen kaplama elemanları ve günlük kullanıma yönelik objeler de, bu başlık altında değerlendirilir.

Seramik; metal ve metal alaşımları dışında kalan tüm anorganik maddelerin oluşturduğu bileşimlerinin şekillendirilmesi, dayanıklılık kazanana kadar pişirilmesi bilim ve teknolojisidir. İlk seramik üretimlerden günümüze değin seramik terminolojisi; üretim amaçları ve üretim yöntemlerinin çeşitliliği nedeniyle geniş bir alana yayılmakta, el sanatları, sanat, bilim, teknoloji alanlarında yer almaktadır. Seramik sanatı, tarih öncesi çağlarda başlayan ilk üretimlerinden günümüze, üretim yöntemleri, üretim amaçları ve taşıdıkları kültür boyutu ile varlığını, gelişerek sürdürmektedir. Bu gelişim süreci içerisinde, evrensel ve lokal özellikleri de, yapısında taşımıştır.

Seramik sanatı, çömlekçilik, çinicilik, tuğla ve kiremit üretimi olarak gruplandırılabilir. Çömlekçilik; çömlekçi çarkı, basit tezgah veya elle şekillendirilen kapların üretimini, çinicilik; geleneksel motiflerin dekoratif eşya ve duvar karolarında gösterilen, seramik sır altı, sır üstü dekor uygulamalarını, tuğla ve kiremit; elle, kalıplarla şekillendirilen yapı malzemelerini ifade etmektedir. Çömlekçilik ve çinicilik el sanatı ülkemizde bugünde varlığını korumakta, belirli merkezlerde üretimlerini sürdürmektedirler. Tuğla ve kiremit üretimi günümüzde endüstriyel şekillendirme yöntemleri ve araçları ile üretilmektedir.

Osmanlı Seramik sanatının bilinen üç üretim merkezi, İznik, Kütahya ve Çanakkale’dir. İznik ve Kütahya’da geleneksel seramik üretimi sürdürülmekte, Çanakkale’de geleneksel üretim yöntemleri ile üretilen seramikler ise görsel olarak geleneksel Çanakkale seramiklerini yansıtmamaktadır. Çömlekçilik sanatına, Türkiye’nin seramik malzemenin uygun olduğu hemen her ilinde rastlanmaktadır. Avanos, Kınık, Menemen, Karacasu Çömlekçilik sanatında sürekli ve yoğun üretim yapan merkezlerdir.

Seramik Sanatı- Medeniyetlerini yaratırken insanoğlu önce suyu kullandı, sonra toprağı, sonrada ateşi.En eski insanlarının izlerinin olduğu Anadolu’da insanın beyni, yaratıcılığı, ve yeteneği 8000 yıl öce bir ayaya geldi ve seramik malzemeyi keşfetti. Bu zengin toprak tarih boyunca Lidyalılar, Hititler , Urartu, Bizans, Selçuk, ve Osmanlı gibi bir çok medeniyete kucağını açtı.Onların var olmasına ve yok oluşlarına şahitlik etti.MÖ 6000 de, Çatal höyükte ilk seramik yaratıldığında, Çin Medeniyetinin babası kabul edilen Yang-Shao kültürü ilk seramiklerini yapmak için 2000 yıl daha bekleyeceklerdi

Seramik, Anadolu toprağından doğmuş 8000 yıllık bir gelenek.Seramik, tarihi insanoğlunun tarihi kadar eski, tarih boyunca farklı formlarda, farklı medeniyetlerin içinde ortaya çıktı.Bazen çanak olarak, bazen kap olarak, bazen de süs eşyası olarak yada oyuncak olarak ortaya çıktı. Seramik farklı kültürlerin izlerini taşıyarak tarihe ışık tutan önemli bir araç oldu.

Eğer birisi seramiğin çıkış noktasına bakarsa, görür ki, seramik insanlık tarihinin hiçbir yerinde hiçbir zaman göz ardı edilmemiş.Her zaman, artistik karakteri ve doğaya gösterdiği saygı ile gözler önüne çıkmıştır.

Günümüzün eski uygarlıklarına baktığımızda, seramiğin dinsel idollardan tutunda mimari elemanlara, mutfak eşyaları ve dekoratif eşyalardan tutun da iletişim tabletlerine kadar büyük bir alanda kullanıldığını görürüz.

Anadolu’daki seramik formların tarihteki değişimini izlediğimizde bize insanın gelişimini anlatır. İnsanlar önce avcılık yaptılar. Daha sonra toplayıcılıkla hayatlarını sürdürdüler. Bir süre sonra da yerleşik hayata geçtiler. Yerleşik hayata geçmeleri Neolitik Devrim olarak adlandırılır ve MÖ 8000-10000 yıllarına rastlar. İnsanaoğlu ilk olarak bu bölümde üretmeye başlıyor. İnsanoğlu bir daha vazgeçmeyeceği seramiği
MÖ 6000-8000 yıları arasında, doğada bulduğu malzemeleri karıştırarak keşfeder.

Şimdiye kadar bulunmuş en eski seramik sanat eseri Anadolu’da ortaya çıktı. Tarihte kaydedilmiş en eski seramik keşifleri Anadolu’dadır. En eski yerleşim üniteleri olan Hacılar ve Alacahöyük’te bulunan çanaklar MÖ 6000 yılına ait. Bu el yapımı eserler tarih boyunca seramik dalında yapılmış en eski sanatsal çalışmalardır. Neolitik devirde başlayan seramik üretimi, sadece günlük kullanımlık canak çomlek formunda ortaya çıkmadı. Anadolu insanı seramiğin dayanıklılığından etkilenerek ondan dinsel törenlerde kullandığı tanrı heykelleri yaptı. Süs eşyaları ve takılar yaptı. Kilden yaptığı lambaları mağarasında kullandı, mektuplarını kil tabletlere yazdı, ölülerinin külünü kilden yaptığı çanaklarda taşıdı

Seramik var olduğu medeniyetin sosyal ve kültürel gelişimine ışık tuttu. Türkler Anadolu toprağına ayak bastıklarında önce Selçuklular, sonrada Osmanlılar tarihi mirası devraldılar. Seramik ve çanak ünlü Osmanlı Çinisine dönüştü. Hala bir çok tarihi binada İznik Çinisi canlılığını korumaktadır. 8000 yıl önce bu topraklarda başlayan gelenek batı ve doğu kültürlerini de içine katarak devam etmektedir. Türk seramiği geleneği sanatla ve seramikle birleştiren Osmanlı mirasını devam ettirmekte.
Birbiri içine geçmiş, ancak karışmamış, bakışla ayırdedilebilecek biçimde duran renk ve şekillere "EBRU" denir. Sanat olarak EBRU, su üzerine serpiştirilen sıvı boyanın rasgele bezendiği şekillerin ve bu şekillere müdahele edilmesiyle meydana gelen figürlerin kağıda aktarılarak sergilenmesidir. Ebru sanatının bir özelliği de geleneksel Türk el sanatlarından olmasıdır.

Birçok eski eserde süsleme amacıyla kullanılan ebru, günümüzde daha çok çerçevelenip duvar süsü olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, ebru yapmak insan ruhunu ferahlatan ve pozitif düşünceye yönlendiren bir eylem olduğu için, günümüzün stres dolu dünyasında, hergün daha fazla insanımız ebruya ilgi duymaktadır.

Ebru, geleneksel el sanatlarımızdan olmasına rağmen yakın zamana kadar unutulma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Dünya çapında çeşitli milletler tarafından sahiplenmeye başlanmış, bazı ülkelerde ebru yapımı sırasında kullanılan malzemeleri üreten firmalar boy göstermişti. Ebru sanatında son devrin piri merhum Mustafa Düzgünman gerek yetiştirdiği öğrencilerle gerek bu sanata kazandırdığı anlayışla manevi hazinelerimizden ebru sanatının yaşatılmasında büyük rol oynamıştır.

Ebru yapımına başlamadan önce tekne kitreli su ile doldurulur.

Ebru teknesi basitçe alüminyum bir baklava tepsisi gibidir. Kitre ise bir bitkinin öz sıvısı olup baharatçılarda (attarlarda) satılır. Sinme bir avuç veya tepeleme iki çoba kaşığı kitre iki litre kadar su içinde 2, 3 veya 4 gün bekletilerek kitrenin su içinde iyice şişmesi sağlanır. Şişen kitre su içinde el ile yoğurularak suya yedirilir. Kitreli su boza kıvamında veya az seyreği olmalıdır. Hazırlanan sıvı ince bir tülbent ile süzülerek temizlenir. Son haliyle tekneye yavaşça (köpürtmeden) boşaltılır.


Ebru yapımında toprak boya kullanılır.
Değişik renklerde toprak boyalar ayrı ayrı iki cam yüzey (veya seramik, krom) arasında iyice ezilir. Ezilme esnasında hafif su katılır. Elde edilen çamur kıvamındaki boyaya sığır ödü katılarak 15 gün veya bir ay kadar bekletilir. Boyanın öd asidiyle pişmesi sağlanır. Beklemeden sonra mamül sulandırılarak kullanılır. Boya açılmıyorsa öd katılır. Rengi açmak için boya sulandırılır.

Bir ebru bir defa yapılabilir.

Hazırlanan boyalar fırça veya metal çubuk yardımıyla daha önce hazırlanmış olan kitreli suyun üst yüzeyine damlatılır. Bir desen veya figür yapılacaksa yine metal çubuk, tarak v.b. aletler ile şekillendirilir. Boyaların açılmasını ve şekillerin yuvarlaklığını kesin olarak belirleyemeyiz. Ancak fikir sahibi oluruz. Yaptığımız ebrunun tam olarak nasıl olacağını değil neye benzeyeceğini bilebiliriz. Bu yüzden iki defa aynı ebruyu yapmak imkansızdır. Her ebru, yapıldığı anın imzasını taşır adeta...

Kağıt tekneye serilir, iş tamamlanır.

Kağıt düzgünce tekne yüzeyine bırakılır, boyanın kağıda işlemesi sağlanır. Kağıt temiz ve rüzgarsız bir ortamda kurumaya bırakılır.
kadınların hepsi az da olsa, yoğun da olsa makyaj yaparlar. Hatta öyle ki doğuştan gelen bir yetenek olduğunu bile söyleyebiliriz. Tabi herkes de güzel makyaj yapıyor demek değil. Bazı günler fondöten alerjimizi nüksettiren Kosinski’nin Boyalı Kuş’larıyla karşılaşsak da, sade ve başarılı makyajlarla estetiğine güzellik katabilen bayanlar da var. Kimileri de var ki, onlar bu işin profesyonel yapısıyla içli dışlı olarak zamanlarını tiyatro kulislerinde, sinema ve televizyon setlerinde kendilerini insanların bedenlerini isteğe bağlı olarak en güzel forma sokmak için çalışıyorlar. İş bu kadarla kalsa gene iyi. Özel efekt stüdyolarında çalışan insanlara kadar uzanıyor makyajın profesyonel dünyası.
Eski Mısır, Eski Yunan ve Roma’da, mistik ritüeller ve seremoniler için kullanılan ‘vücut boyama sanatı’, gün geçtikce kadınların el koymaya başladığı bir yapıya bürünür. Bir bakıma hala kutsal sayılan bu boyalar artık sanatsal değer de kazanmaya başlamıştır ve artık boyalar ‘body painting’in akıntısına kapılmaktadır.
Çoğu kabile kültürünün hala vazgeçilmezlerinden olan vücut boyama, yakın sanat tarihinde farklı bir dünyaya gözlerini açtı. Addam’s Family filminde Wednesday Addams’ın çok kısa bir süre için bu forma girdiğini hepimiz hatırlarız. Çok şaşırtıcı ve dahiyane gelen bu boyama sanatının insan üzerindeki etkisi de ilginç.
Amerika’da bir futbol karşılaşmasının açılışı öncesi düzenlenen organizasyonda vücudunu boyatan modellerden biri de ‘ Çok değişik bir deneyim, tamamen çıplak olmanıza rağmen elbiselerinizin üzerinizde olduğu düşüncesine göre hareket ediyorsunuz’ diyerek açıklamış durumun model yönünden algılanışını.
Sanatçının tarafında ise durum çok daha farklı. Son dönemde ise iki isim dünyayı tam anlamıyla sallamaktalar. Bunlardan biri 68 İsviçre doğumlu İtalyan asıllı Amerikalı sanatçı(!) Filippo İoco, diğeri ise Robert Downey,Jr.’ın ‘Kiss, kiss, Bang, Bang’ filmindeki çalışmalarından anımsayabileceğiniz Nelly Recchia. İkisi de keskin dönüşlerle sanat hayatlarını sürdürmüş, yeteneklerinin farkında olsalar da vücut boyamayı en sona, bir anlamda da en başa bırakmış sanatçılar. Çünkü artık ‘fine art’ denen deneysel boyutlardaki çalışmalarına daha az yer ayırır durumdalar
Filippo İoco
ilippo İoco, 17 yaşında güzel kadının hayalini kurmak yerine onu varolandan yaratmaya çalışır. Kendisi toplumsal şartlanmalar ve insanın kültürel bütünlüğünü ‘bozuntuya veren’ durumlardan haz almadığından, çıplaklık onun en önemli silahı. Tabi bir de bunun kamuflajı olarak; kendi değerlerini boyalarla anlatmakta. Henüz Görsel Sanatlar’da okurken reklam dünyası tarafından keşfedilen Filippo İoco, Coca-Cola, Bacardi, Chupa Chups gibi çokuluslu firmalara akıl almaz görsellerle eşlik eder. Bir yandan da moda dergileri için çalışmaya başlayan İoco, kendi çalışmalarını da farklı bir yöne çeker ve ilk boyanmış vücutlar serisini de insanlara sunar. 93 yılındaki çalışmlarından ‘Bleeding Emerald ’ ile başlayan ve 98’deki projelerinden ‘PS38’ ile biten seri: ‘Movement of Color’ sanat camiasındaki yerini daha da sağlamlaştırır. Movement of Color serisi aslında her daim kalıcıdır ve her yeni iş de bu projeye dahildir fakat aynı zamanda fotoğraf sanatçısı olan İoco, bu daimi projeye eş zamanlı bir projede daha yamar. Doğa, moda, hayvanlar üzerindeki çalışmları ‘doğal ortam’larına götürerek fotoğraflarını da çeken Filippo İoco, boyadığı vücutların fotoğraflarından da ‘ Bodies of Color ‘ projesini ortaya çıkarır. Aslında İoco’nun üretkenliğinin zirvede gözler önüne serilen projeleri, hot-couture defilelerindeki performansında yatmakta. Kareografisini de kendinin hazırladığı bu sunumlar 90’lı yılların başından itibaren New York sanat camiasının göz bebeği çalışmaları.
Çıplaklık sanatçıların her zaman üzerinde çalıştığı bir olgu. Sanatçının doğayı algılayışını, onu nasıl görmek istediğini açıklaması için biçilmiş kaftan olarak ele alınan çıplaklık, düşünsel boyutta yaşanan karmaşaları madde biçimiyle karşımıza sunmakta ve sanatçının hayal dünyasıyla bizim gerçekliğimizi sorguladığımız bir platforma çevirmekte algılanan dünyayı. İoco çıplaklığa olan yaklaşımını şöyle özetlemekte: ‘ gerektiğinden fazla giyiniyoruz, bizim ihtiyacımız olan hayal etmektir.’ Sanatçının önüne geçilmez hayallerinin gerçekle yer değiştirmesi, varolmayan bir şizofreniyi desteklemekte. Soyut bir kavramı somuta daldırıp tekrar soyut noktasına çeken sanatçı, gerçekliğin sorgulanmasını ve bunun sonucunda doğru kavramının bir çok yönünü görmemizi sağlamakta.
Nelly Recchia
Bu isteğin yönlendirdiği bir çok sanatçı artık New York sanat camiasının büyüsüne kapılmaktalar. Orda bir sergi açmak ve yer edinmek için sanatçılar bile birbirleriyle yarışmakta. Sanatçıyı bir açıdan zorlayan durumun dışında fakat gene Amerikan sanat camiasının gözbebeği olan, hemen hemen İoco ile aynı rahatsızlıklardan muzdarip Nelly Recchia’da 2001 yılında Fransa’dan kalkıp Los Angeles’a gelir. Makyaj dalında Avrupa’daki tüm ödülleri alan ve sinema sektörünün de aranan dahilerinden olan Nelly Recchia, dil ve felsefe üzerine eğitim alırken kafayı kırar, istediği yöne çevirir dümenini. Yeteneğinin farkında olan Recchia, akademiden ayrılır ve Fransa’da makyaj üzerine eğitim almaya başlar. Bu sırada Alman fetiş dergisi Marquis’nin de görsellerinin yönetmeni olmuştur.
Eğitim sırasında şunu fark eder sanatçı: İnsan vücudu ve boyama sanatının kombinasyonu güçlü bir etkiye sahiptir. Nelly Recchia’nın hayal dünyasını sunacağı yeni çerçeveler de insan bedenidir. Eğitimi sırasında da sürpriz formları insanlara sunan sanatçı, eğitimi biter bitmez film stüdyolarının dikkatini çeker ve Marilyn Manson, Britney Spears, Skinny Puppy, Madonna gibi kendi tarzlarında başarılı müzisyenlerin kliplerinde makyaj takımının başında çalışır, makyaj etkisini göstermektedir. Bir yandan kendi video ve ses enstalasyonları için çalışmalarını sürdüren sanatçı, bitmez enerjisiyle enteresan işlere imzasını atar.
‘Güzellik kavramının sınırlarını belirleyen toplumun tek doğrudan hareket eden genel yapısını kırmak’ için vücut boyamaya verdiği önemi her geçen gün arttıran Recchia, 2005 yılının başlarında tam 13 saat süren bir performansla zirveye bayrağı dikmiştir [Bushido isimli çalışma sanatçının web sitesinde görülebilir.] Uzakdoğu’nun figürleriyle süslü bayan modelin estetiği ve tendeki her parçaya özenle işlenen boyutlarla kahramanımız zorlu bir görevi daha başarıyla tamamlamıştır.
Sanatçının etkilendiği isimlere bakacak olursak, çalışmalarındaki karartının özünü daha rahat görebiliyoruz. İtalyan Barok döneminden Caravaggio ve Bernini, sinema dünyasından David Cronenberg ve David Lynch, müzik dünyasından da Rammstein, Nine Inch Nails ve Björk; Nelly Recchia’nın dünyasının sesleri ve renkleri.
Son dönem sanat camiasının, kendi dallarında, iki önemli ismi Filippo İoco ve Nelly Recchia sene sonuna doğru tempolarını arttırarak festivallere ve stüdyolara gitmeye hazırlanıyorlar. Nelly Recchia şu sıralar eserlerinin toplanacağı bir kitap, web sitesi üzerinden heykel, kartpostal, t-shirt satışı hazırlıklarında. Filippo İoco ise yıl sonundaki performansının koreografisi üzerine çalışmakta
Aşağı yukarı 1590 ile 1750 yılları arasındaki süreçte egemen olan bir sanat ve kültür anlayışı. En önemli anlatımını mimarlık, müzik alanında bulmuştur.Ancak resim, heykel ve tiyatroyu da etkilemiştir. 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın sonu arasında, Barok kültürün bir parçası olarak yer alan ve ülkelere göre değişik özellikler gösteren tiyatro. Rönesans tiyatrosundan Aydınlanma tiyatrosuna kadar uzanan, klasik Fransız tiyatrosu ile Altın Çağ İspanyol tiyatrosu yanı sıra, Elisabeth tiyatrosu ile Jakobyen tiyatroyu içine alan Barok Tiyatro, başlıcalıkla Hıristiyan öğretisi ile mutlakçılığın izinde, dinsel-ahlâkçı öğretisi ile “siyaset okulu” özelliğiyle, saray tiyatrosunun bir yansıması olmuştur. Barok dinsel dünya düşüncesi bağlamında, Barok Tiyatro, “dünya tiyatro”, görünüş-varlık metafiziğine dayanır; dünya, kendi imgesidir. Bu bağlamda, tiyatro, Barok düşüncesinin temel çizgilerini; varlık-görünüş, gerçek-maske, rol-kişi, sonsuzluk-an, kalıcılık-geçicilik diyalektiğini içerir. Barok “dünya tiyatrosu”, tüm ayrımlarına karşın, tiyatro biçimlerinin bütünselliğini kurmaya çalışır. Oyun türleri ve alt türleri, İspanyol auto sacramental’lerin gizem oyunları ile acıklı oyunlarından güldürülü oyunlar ile comedia’lara, tragikomedya ile çobanıl oyunlara, saray tiyatrosu şenlik ve balelerinden halk güldürü tiyatrosu oyunlarına, bu arada, kendi içlerinde Cizvit tiyatrosunun şehitlik oyunlarından maskeli saray oyunlarına, tarihsel oyunlar ile çeşitli halk güldürülerine kadar ayrışır. Barok Tiyatro, antik tiyatronun, ortaçağ tiyatrosunun ve Rönesans tiyatronun çeşitli tiyatro biçimlerini kendi gününün ideolojisi içinde yeniden yoğurmuştur. Barok Tiyatro’nun çokbiçimliliği buradan kaynaklanır. Öte yandan, Barok Tiyatro, antik ve Rönesans drama kuramından yola çıkarak türler hiyerarşisini getirmiş; tragedya, komedya ve ara tür olarak tragikomedya üçlüsünü kurmuş; mimesis ve katharsis kavramlarını dini-ahlâkî öğretisini işleyen oyunlar, trajik avunma ya da komik olanın üstün gelmesiyle sona ulaşır. Oyun yapısı, antik dramanın izinde, prolog -serim-doruk- peripetie- katastrophe ve anagnorisis uğraklarını olduğu kadar, öğretici-ahlâkçı işleviyle koroyu içerir. Barok Tiyatro’da, Barok öğreti ve temel eğilimler ile anlatım araçları arasında tam bir uyuma rastlanır. Barok Tiyatro yapısı ile sahne düzeni, sahne tasarımı ile oyun alanı, Barok dünyagörüşünü canlandırdığı kadar, bu doğrultuda yenilikler tiyatrosu özelliğini de taşır. Barok Tiyatro sahnesinde görünüş-varlık metafiziğinin “dünya tiyatrosu” imgesinin yaratılmak istenmesi, sahne aygıtlarının kullanımını, sahne tekniğinde yenilikleri, kulis değişimlerini ve mekân perspektifini öne çıkarmıştır. Tiyatro sahnesi, Rönesans tiyatrosundaki gibi, insanlararası çatışmaların yer aldığı yer ve nesnel alan olmaktan çıkmış; yukardaki Tanrı ile aşağıdaki Şeytan ve arasında kalmış insanın evrenini verecek biçimde, dikey ve oylumlu sahne haline gelmiştir. Sahne ve kulis tasarımı, sahne görüntüsü ve imgesi, sahne etmenleri, tüm bunlar, dünyanın gelip geçiciliğini, dünyanın “yalan dünya” olduğunu vermeye yönelik göz yanıltmacılığa ve perspektif oyunlarına dayanıyordu. Sahne makineleri, alegorik anlatıma, insanı aşan güçlerin canlandırılmasına, varlık ile görünüş arasındaki sınırı kaldıracak perspektif tekniğinin öne çıkmasına yardım ediyordu. Tüm sahne sistemi, “tiyatro içinde tiyatro”, “oyun içinde oyun” ilkesini gerçekleştirmek içindi. Giysi değişimleri, maskeler, vb. bu yanılsama ilkenin uygulanmasına hizmet ediyordu. Barok Tiyatro’da oyunlar, bu biçim çeşitliliğine karşılık verecek yönde, prens sarayları, manastırlar, Pazar yerleri gibi çok çeşitli oyun yerlerinde oynanıyordu. Evrensellik-ulusallık, burjuva kültürü-saray kültürü, Hırıstiyan içerik-antik biçim, dünyasallık-öbür dünya düşüncesi ikililiğine dayanan ve uluslarüstü mutlakçı yönetimlerin tiyatrosu olan Barok Tiyatro, dramaturjik ve teknik açıdan etkisini uzun yıllar sürdürmüştür.
Art deco Fransa menşeli sanat akımı.

1920'lerden sonra özellikle mimaride gorulmustur.Adını 1925 senesinde yapılan Exposition Internationale des Arts Décoratifs et Industriels Modernes (Uluslararası Modern Dekoratif ve Sınai Sanatlar) sergisinden almıstır. Art nouveau'nun hemen ardından gelen bu akım, ondan farklı olarak el emeğine değil sanayiye dayalıdır.


Desenleri geometriktir. Art nouveau'da olduğu gibi gotik süsleme öğelerinden yararlanılır. 1930'lardan sonra mimarların mimariyi süsten ayırmak istemeleri, ve süslemeyi değil işlevselliği savunmalarıyla son bulmuş, fakat 1960'lı yıllarda yeniden itibar görmeye başlamıştır.

Türkiye'de, art deco'nun eski örneklerini Beyoğlu, İstanbul'da görmek mümkündür.

Art deco'nun ilk büyük örneğinin Eliel Saarinen'in Helsinki Garı olduğu öne sürülür.
Chrysler Building, Rockefeller Center, Empire State Building ve Streamline, art deco'nun mimarideki en bilinen ve en görkemli eserleridir
Art Brut Sanatı Nedir? Ham Sanat - Toplumdan Dışlanmış Ya Da Kendini Bilinçli Olarak Toplum Dışına Atmış Olan İnsanların Elinden Çıkan Yapıtları İçeren Sanat Akımı
Fransızca bir terim olan 'art brut'nun tam karşılığı, 'ham sanat'tır. Art brut'da profesyonel olmayan, kendiliğinden bir sanat söz konusudur. Art Brut sözlük anlamı ile 'raw art / rough art' anlamına geliyor. Debuffet'e göre bu çeşit sanat, kabul edilen kültür sınırlarının dışında yaratılıyor ve buna 'outsider art' adı veriliyor. Deliligin sanatı, dışarıda kalmış sanat. Bir anlamda 'öteki'nin sanatı da denilebilir.

1948 yılında Dubuffet, Breton ve Tapie, 'art brut'yu kurdular. Bu sanatçıların amacı; kendi kendini yetiştirenlerin, meşhur olmayanların, mahpusların ve ruh hastalarının ürünlerini ortaya çıkarmaktı. Jean Dubuffet'nin topladığı çalışmalardan bir 'art brut' kolleksiyonu oluşturuldu.

Dubuffet, kazanılmış kültürün ürünleri olan sanatları reddetti ve 'art brut'nun ateşli bir savunucusu oldu. Kendi resimlerinde de bu yaklaşımı açıkça görülmektedir.

“Art Brut”, toplumdan bir şekilde dışlanmış ya da kendini bilinçli olarak toplum dışına atmış olan insanların elinden çıkan yapıtları içeren bir sanat akımı. Aslına bakılırsa tam anlamıyla bir akım bile sayılmaz; Fransız ressam Jean Dubuffet 1947 yılından itibaren akıl hastalarının, mahkûmların, sağır ve dilsiz insanların, körlerin eserlerinin koleksiyonunu yapmaya başlıyor ve bu eserlere dair bir tanım olarak da “Art Brut”yu getiriyor
Soyut sanat, genel anlamıyla doğada varolan gerçek nesneleri betimlemek yerine, birçimler ve renklerin, temsili olmayan veya öznel kullanımı ile yapılan sanata denir. Nonfigüratif sanat terimi ile değişmeli olarak kullanılır. 20. yüzyıl başında bu terim, gerçek birçimleri sadeleştirilmiş veya değiştirilmiş halleriyle imgelere indirgeyen Kübist ve Fütürist sanatı tanımlamak için de kullanılmıştır.

Temsili olmayan sanat aslında bir 20.yy icadı değildir. İslam ve Musevi gelenklerinde insanların resmedilmesinin yasak olması nedeniyle bu kültürlerde süsleme sanatları önemli derecede gelişmiştir. Bunlara örnek olarak gösterilebilecek kaligrafi ve hat sanatı da nonfigüratif sanatlardır. Batı kültüründe de soyut tasarımların kökü eskilere dayanır. Bunlara rağmen, soyut sanat süsleme sanatlarından farklı olarak, dekoratif değil güzel sanatlar adı altında incelenir. Bunun nedeni soyut sanat eserinin kendi başına, sanatçının sadece eserin kendisine yoğunlaşmasıyla ortaya çıkmasıdır.

Wassily Kandinsky, doğadaki dinamik kuvvetlerle uğraşarak madde hakkında bilgimizi artıran bilimin yanında, sanatın görsel dünyanın ardındaki ruhsal güçleri göstermesi gerektiğine inanıyordu. Kandinsky ile Kasimir Malevich ilk defa tamamen soyut olarak nitelendirilebilecek resimler yapmışlardır.
Konstrüktivizm (1915) ve De Stijl (1917) soyutlamayı heykel ve mimarinin üçüncü boyutuna taşımış paralel akımlardır.

1940'lardan 60'lara süregelen Soyut dışavurumculuk ve 1960'larda yaygın olan Op-art, Minimalizm akımları da soyut sanat akımlarıdır. Günümüzde ise sanat eserlerinin genel olarak akımlardan bağımsız olarak incelenmesi yaygındır. Buna örnek olarak Gerhard Richter'in aynı dönemlerde yapıp bir arada sergilediği tamamen nonfigüratif resimler ile fotogerçekçi resimler gösterilebilir
İstanbul Şehir Tiyatrosunun ilk şekli ve adı.

Türk tiyatro tarihinde, tiyatronun kuruluş ve gelişmesinde, Dârülbedâyi topluluğu öncülük etmiştir. Teşkilatın ilk adı, Dârülbedâyi-i Osmânîdir. Türkiye’de, düzenli bir tiyatro kurulması ve sahne sanatçılarının yetiştirilmesi fikri, 1914 yılında, Şehremini (Belediye Başkanı) Operatör Cemil Topuzlu tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikrin gayesi, Türk halkına tiyatroyu sevdirmekti.

Meşrutiyet devri öncesi yurdumuzda, sahne hayatı ve sanatı, Ermeni ve Rumların paylaştığı faaliyetlerle devam ediyordu. Bunlardan Rumlar, özellikle pandomim ve kantoda, Ermeniler de melodram ve komedi oyunlarında temayüz etmiş toplulukları meydana getiriyordu. Türkler ise, tulûatçı ve orta oyuncularıydı. Başlıcaları; Kavuklu Hamdi, Küçük İsmail, Kel Hasan, Abdürrezzak, Şevki, Naşit gibi sanatçılardı. Bu sanatçılar, küçük kumpanyalar hâlinde temsilsiz oyun verirlerdi. 1908’de, meşrutiyetten sonra, temsilden önce verilen kanto ve çalgı fasılları kaldırılmış; bunun yerine, yurt konularını ve cemiyetin problemlerini işleyen, dilimize çevrilmiş eserler (tiyatro eserleri) sahneye konmaya başlanmıştır. Bu tür telif eserleri, o zaman en çok oynayan sanatçı da Ahmed Fehim Efendidir.

Cemil Topuzlu Bey, Şehremini olarak, İstanbul’da bir belediye konservatuarı kurmak istiyordu. Belediye meclisinde kendisine taraftar bulunca, alınan kararla, bu iş için o zamanın parasıyla 3000 lira ayrıldı. Akabinde, meşhur tiyatrocu, Parisli (Paris Tiyatro Müdürü) Andre Antoine’la, Paris elçiliğimiz aracılığıyla anlaştı. Antoine, anlaşma gereği İstanbul’a geldi ve konservatuar için Şehzâdebaşı’nda Letâfet apartmanı tahsis olundu.

Konservatuar açılış törenleri hazırlıkları sürerken, Birinci Dünya Savaşı koptu. Bu durum karşısında Andre Antoine, memleketine dönmek zorunda kalınca, bu iş de böylece yarım kaldı.

Savaş sırasında, Dârülbedâyi sanatçıları, Asker Âilelerine Yardım Cemiyeti yararına Hüseyin Suâd’ın adapte ettiği Çürük Temel adlı oyunu sahneleyerek halka sundular. Bundan sonra, Halit Fahri Ozansoy’un Baykuş adlı manzum piyesi sahneye kondu. Savaş sonrasında, oyunlara devam edildi.

1927 yılında Dârülbedâyi adında bir dergi çıkarıldı. Bu dergi, 1935 yılından sonra, Türk Tiyatrosu adını aldı. Günümüzde de Şehir Tiyatrosu organı olarak yayınını sürdürmektedir. Dârülbedâyi, 1931-1932 mevsim döneminde Belediye Meclisinin genel kararıyla, Şehir Tiyatrosu olarak adını değiştirdi. Yeni bir tüzükle Şehir Tiyatrosu, İstanbul Belediyesi’ne bağlandı.

Bugünün şehir tiyatroları, Dârülbedâyi’nin teşkilât temelleri üzerine kurulmuştur. İstanbul’un çeşitli yerlerinde oyunlar sahnelenmektedir.
kartvizit bir firmanın tüm imajıda olabilir, baskılı evraklarından biri de. ama genel olarak ilk izlenimi oluşturur.

genel olarak 8 x 5 cm ebatlarında kullanılır. çünkü cüzdan, dosya içi, kartvizitlik gibi objelerde ayrılan alan budur. 350 gr kuşe kağıt, 240 gr fantazi kağıt, 280 gr amerikan bristol kağıt kullanımı yaygındır. basılacak kağıda göre bazı sınırlamalar mevcuttur. kuşe kağıda ön-arka trigromi baskı mümkündür.
fantazi kağıtta trigromi baskı kağıt yüzeyindeki girintiler çıkıntılar sebebiyle yapılmaz. genelde fantazi kağıda pantone baskı yapılır. fantazi kağıt üzerindeki girinti çıkıntılar sebebiyle yoğun zemin kullanılmaz. yoğun zemin kullanımında boya zemini doldurmayacağı için forse arttırılabilir yada boya daha bir iki tur fazla verilebilir. fantazi kağıtların ön ve arka yüzeyi farklılık gösterir. arka yüzey ön yüzeye göre daha düz bir satıh oluşturur.

amerikan bristol kağıt ön yüzey düz bir satıh iken arka yüzey pütürlü bir yüzeye sahiptir. kartvizit baskısında arka yüzeye tek renk baskı daha uygundur.

kartvizit çalışmalarında basılacak evraka göre tasarım yada tasarıma göre baskı metodları seçilebilir. müşterinin standartları (kurumsal kimliği) varsa bu kimliğe uygun çalışılmalıdır.

kartvizit çalışılırken monitörümüzde gördüğümüz sanal büyüklük bizi yanıltabilir. çıkış alınarak yazıların okunurluğu, büyüklüğü vs.. gibi detaylar kontrol edilmelidir. kartvizit 10 numara bir tasarıma sahip olsada telefon yanlışsa sadece bir çöptür.
yaygınlaşan dijital baskı teknolojileri ile az adetlerde de kartvizit basabilmek mümkündür. dijital baskı (xerox sifido, konica&minolta vs.) yapılacak kartvizitler 300 gr kuşe kağıda basılır. dijital baskı ile daha yüksek gramajlı kağıtlara baskı yapmak hem makinaya zarar verir hem de genelde kağıt fırında takılır. ayrıca dijital baskı yapılan kartvizitlerde ön-arka birbirini tutmaz. kesim esnasında çarpıklıklar oluşabilir.

kartvizit genelde küçük ebatlı makinalarda basılır. 17 x 25 / 25 x 35 / 33 x 30 gibi kağıt formuna baskı yapılır. ön-arka kartvzit için tumba yada revolta baskı yapılır. tumba baskı için alt ve üst taraftan makas payı bırakılmalıdır. pantone baskı yapılacaksa zemin üstündeki logo ve yazılar overprint verilerek şişirilmelidir, bu logo ve yazıların etrafındaki beyaz gölgeleri önler.

ayrıca pvc üzerine kumlama, teslin sıvama gibi farklı tekniklerle alternatif kartvizit çalışmaları yapılabilir.
masaüstü yayıncılıkta yoğun olarak basılan materyal olan kartvizit oparant yönleri olsada kurumsal kimliğin değişmez bir parçasıdır.
El Sanatları insanoğlu var olduğundan beri tabiat şartlarına bağlı olarak ortaya çıkmıştır.İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak, örtünmek ve korunmak amacı ile ilk örneklerini vermiştir.Daha sonra gelişerek çevre şartlarına göre değişimler gösteren el sanatları, ortaya çıktığı toplumun duygularını, sanatsal beğenilerini ve kültürel özelliklerini yansıtır hale gelerek "geleneksel" vasfı kazanmıştır.

Geleneksel Türk El Sanatları, Anadolu'nun binlerce yıllık tarihinden gelen çeşitli uygarlıkların kültür mirasıyla, kendi öz değerlerini birleştirerek zengin bir mozaik oluşturmuştur.Geleneksel Türk El Sanatlarını; halıcılık, kilimcilik, cicim zili, sumak, kumaş dokumacılığı, yazmacılık, çinicilik, seramik-çömlek yapımcılığı, işlemecilik, oya yapımcılığı , deri işçiliği, müzik aletleri yapımcılığı, taş işçiliği, bakırcılık, sepetçilik, semercilik, maden işçiliği, keçe yapımcılığı, örmecilik, ahşap ve ağaç işçiliği, arabacılık vb. sıralanabilir.

Geleneksel el sanatlarımızdan dokumaların hammaddeleri yün, tiftik, pamuk, kıl ve ipekten sağlanmaktadır.Dokuma; eğirme veya başka yollarla iplik haline getirilerek veya elyafı birbirine değişik metotlarla tutturarak bir bütün meydana getirme yoluyla elde edilen her cins kumaş, örgü, döşemelik, halı, kilim, zili, cicim, keçe, kolonlar vb.'dir.Dokumacılık Anadolu'da çok eskiden beri yapılagelen, çoğu yörede geçim kaynağı olmuş ve olmaya devam eden bir el sanatıdır.

El sanatlarımızın zarif örneklerinden olan oyalar; süslemek, süslenmek amacından başka taşıdıkları anlamlarla bir iletişim aracı olarak da kullanılmaktadır.Günümüzde Anadolu'da tığ, iğne, mekik, firkete / filkete gibi araçlarla yapılan oyaların ya bordür ya da bir motif olarak tasarlanmış olanları, kullanılan araç doğrultusunda ve tekniklerine göre değişik adlar almaktadır.Bunlar; iğne, tığ, mekik, firkete / filkete, koza, yün, mum, boncuk ve kumaş artığı olarak sıralanabilir.Kastamonu, Konya, Elazığ, Bursa, Bitlis, Gaziantep, İzmir, Ankara, Bolu, Kahramanmaraş, Aydın, İçel, Tokat, Kütahya gibi şehirlerimizde daha yoğun olarak yapılmakta, ancak eski önemini kaybederek çeyiz sandıklarında varlığını korumaya çalışmaktadır.

Geleneksel kıyafetlerle birlikte kullanılan oyalarımızın yanı sıra takılarda dikkat çekici aksesuarlardandır. Anadolu'da yaşamış tüm uygarlıklar değerli ve yarı değerli taşlarla metalle birlikte veya ayrı işleyerek sanatsal nitelikli eserler üretmişlerdir.Selçuklularla birlikte gelen değişik üslupların en önemlisi Türkmen takılarıdır.Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise imparatorluğun gelişimine paralel olarak mücevhercilik önem kazanmıştır.

Anadolu'da Tunç Çağında bakır, kalay katılarak tuncun elde edilmesinden sonraki dönemlerde bakır, altın, gümüş gibi madenler de dövme ve dökme tekniğiyle işlenmişlerdir.En çok kullanılan maden bakırdır.Maden işçiliğinde dövme, telkari, kazıma (kalemkar), çekiç işi kakma, küftgani, savatlama, ajur kesme gibi teknikler kullanılmaktadır.


Bakırın yanı sıra pirinç, altın, gümüş gibi metallerle yapılan el sanatları günümüzde üstün işçilik ve çeşitli tasarımlarla yaşatılmaya çalışılmaktadır. Günümüzde en çok kullanılan maden işleme olan bakır kalaylanarak mutfak eşyası yapımıyla geniş bir şekilde sürdürülmektedir.

Barınma gereğinden doğan mimari, bölgelerin coğrafi koşullarına göre biçimlenmiş, çeşitlenmiştir. Buna bağlı olarak gelişen Ahşap işçiliği Anadolu'da Selçuklu döneminde gelişip, kendine özgü bir niteliğe ulaşmıştır.Selçuklu ve Beylikler dönemi ağaç eserler daha çok mihrap, cami kapısı, dolap kapakları gibi mimari elemanlar olup üstün işçilik içermişlerdir.Osmanlı döneminde sadeleşerek daha çok sehpa, kavukluk, yazı takımı, çekmece, sandık, kaşık, taht, kayık, rahle, Kuran muhafazası gibi gündelik kullanım eşyaları ve pencere, dolap kapağı, kiriş, konsol, tavan, mihrap, minber, sanduka gibi mimari eserlerde uygulanmıştır.

Ağaç işçiliğinde kullanılan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül ağacıdır.Kakma, boyama, kündekâriz, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle işlenen ahşap eşyalar günümüzde de kullanılmaktadır.Bu teknikler Zonguldak, Bitlis, Gaziantep, Bursa, İstanbul-Beykoz, Ordu gibi illerde halen devam eden hammaddesine göre değer kazanan baston ve asaların kullanımı yüzyıllar boyunca sürmüş, 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır.

Baston ve asaların sap kısımları; gümüş, altın, kemik, sedef gibi malzemelerden, gövde kısımları ise gül, kiraz, abanoz, kızılcık, bambu, kamış vb. ağaçlardan yapılmaktadır.Müzik aletleri yapımı eskiden beri devam etmektedir.Bu aletler ağaçlar, bitkiler ve hayvanların; deri, bağırsak, kıl, kemik ve boynuzlarından yararlanılarak yapılmaktadır.Telli, yaylı, nefesli, vurmalı çalgılar olarak gruplandırılmaktadır.

Mimariye bağlı olarak gelişen diğer bir sanat kolu da çini sanatıdır. Anadolu'ya Selçuklularla girmiştir. Figürlü sanat eserlerini kullanmaktan çekinmeyen Selçuklu sanatkarlar özellikle hayvan tasvirlerinde çok başarılı olmuşlardır.14. yüzyılda İznik, 15. yüzyılda Kütahya, 17. yüzyılda Çanakkale'de başlayan seramik sanatı bu yörelerde kendilerine has renk, desen, form özellikleri ile Osmanlı Dönemi seramik ve çini sanatına yeni yorumlar getirmiştir. 14. - 19. yüzyıllar arası Türk çini ve seramik sanatı fevkalade yaratıcı işçiliği ile dünya çapında üne kavuşmuştur.

Anadolu uygarlıklarından elde edilen cam işçiliğinin en seçkin örnekleri günümüzde "cam"ın tarihi gelişimi konusuna ışık tutmaktadır.Çeşitli model ve formlarda vitray, Selçuklular döneminde geliştirilmiştir.Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul'un fethiyle camcılığın merkezi bu kent olmuştur.Çeşm-i bülbül, Beykoz işi bu dönemden günümüze ulaşabilen tekniklerden bazılarıdır.

Anadolu'da camın ilk kez gözboncuğu olarak üretimi İzmir-Görece köyündeki ustalar tarafından gerçekleştirilmiştir. Anadolu'nun her tarafında temelinde nazar inancı olan cam boncukları görmek mümkündür.Nazarlık yoluyla canlı veya nesneye yönelen bakışların dikkatinin başka bir nesneye yöneleceğine inanılır.Bu nedenle nazar boncuğundan yapılan nazarlıklar canlının veya nesnenin görünen bir yerine takılır.

Geleneksel mimaride dış cephe ve iç mekan süslemesinde taş işçiliğinde önemli bir yer tutmaktadır.Taş işçiliğinin mimari dışında en çok kullanım alanı mezar taşlarıdır. Oyma, kabartma, kazıma (profito) gibi teknikler uygulanmaktadır.Kullanılan süsleme öğeleri, bitkisel, geometrik motifler ile yazı ve figürlerdir. Hayvansal figür azdır. İnsan figürlerine ise Selçuklu Dönemi eserlerinde rastlanmaktadır.

Günümüzde fonksiyonunu henüz kaybetmeyen sepetçilik atalardan öğrenildiği gibi halen; saz, söğüt ve fındık dallarından örülerek yapılmaktadır. Eşya, yiyecek vb. taşıma amacından başka ev içi dekorasyonunda da kullanılmaya başlanmıştır.Hayvancılıkla uğraşan kırsal kesimlerde yaygın olarak kullanılan keçe, çul ve ağaçtan yapılan semer kullanıldığı dönem boyunca geleneksel sanatların bir kolunu oluşturmuştur. Günümüzde başta endüstrileşme olmak üzere değişen yaşam şartları ve değer yargılarına bağlı olarak üretimleri hemen hemen kaybolmaktadır.

Genel Müdürlükçe her yıl belirlenen illerde yapılan alan araştırmalarında el sanatları ustaları ile derleme çalışmaları yapılmakta, slayt gerekiyorsa video çekimleri ile tespit edilmeye çalışılmaktadır.Edinilen bu bilgiler Genel Müdürlük Arşivine kaydedilmekte, bu konuda çalışan bilim adamı, uzman ve öğrencilerin yararına sunulmaktadır.

Genel Müdürlük koleksiyonunda yer alan malzemelerle yurtiçi ve yurtdışında sergiler açılarak tanıtımları sağlanmaktadır.Yine yurtiçinde Genel Müdürlük desteğiyle açılan "Mahalli El Sanatları Sergileri" ile tanıtım yapılmakta, ustalara pazar imkanı sağlanmaya çalışılmaktadır.Genel Müdürlükçe düzenlenen yarışmalarla da kaybolmaya yüz tutan el sanatlarının özgün şekilleriyle desteklenmesi ve devamı sağlanmaya çalışılmaktadır.

Genel Müdürlüğümüzce beş yılda bir düzenlenen "Uluslararası Halk Kültürü Kongresi" Maddi Kültür Seksiyonunda sunulan, ayrıca çeşitli üniversitelerle ortaklaşa düzenlenen bilimsel toplantılarla sunulan bildiriler yayın haline dönüştürülmektedir.Ayrıca el sanatları konusunda yapılan çalışmaların basımı gerçekleştirilerek yayın haline dönüştürülmektedir.